BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, Kırgızistan’a yaptığı ziyaret sırasında verdiği demeçte, Mısır ve bölgedeki halk hareketleriyle ilintili olarak “biz Ortadoğu’yu tribünlerden izleyecek bir ülke değiliz. Oralara gittiğimizde bize soruyorlar” şeklinde konuştu.
Erdoğan’a eşlik eden bir yardımcısı da gazetecilerle sohbetinde, Türkiye’nin şimdi Arap dünyasında bir “model” olarak görüldüğünü belirtti.
Türkiye’nin bir süreden beri Ortadoğu’da olup bitenlere seyirci kalmadığı, aksine aktif roller üstlendiği biliniyor. Özellikle bazı Arap ülkelerinde Türkiye model olarak bakanların sayısının giderek arttığı da açık.
Mısır’daki halk hareketinin ilk haftasında temkinli -ve suskun- davranan Başbakan, Kahire’deki Tahrir Meydanı’nda 2 milyon insanın toplanmaması üzerine olayları artık “tribünlerden izlemek” yerine, Mısır halkının lehinde (ve dolayısıyla Mübarek aleyhinde) net bir tavır aldı. Bu zamanında ve yerinde bir çıkış oldu. Nitekim Erdoğan’ın konuşması Tahrir Meydanı’nda derhal yankılandı, halk bu tavrı alkışladı.
Kim gidici, kim kalıcı?
ANCAK bu aşamada Türkiye’nin “Arap sokakları”ndaki hareketlere manevi destek vermesi ve “ilkesel bir tutum” sergilemesi dışında yapacağı(veya
MÜBAREK rejiminin akıbeti ne olursa olsun, Mısır’da -ve genelde Arap dünyasında- işlerin artık eskisi gibi gitmeyeceği açık.
Arap sokaklarındaki hareketler, bölgede oluşmak üzere bulunan yeni bir düzenin habercisi. Artık miadını doldurmuş yapılar çökme noktasında...
Bu oluşum sadece mevcut yönetimlerin yıkılmasıyla bir çırpıda gerçekleşecek değil tabii.
Otoriter bir rejimden demokrasiye geçiş ve hele sokaklara dökülen halkın “ekmek ve özgürlük” beklentilerinin hayata geçirilmesi, bir hayli zor olabilir ve zaman alabilir.
Bu bakımdan Mısır’da Başkan Mübarek’in bir şekilde gitmesiyle, her şey halledilecek değil.
O andan itibaren geçici bir yönetimin kurulması, gereken yasal düzenlemelerin yapılması ve tüm siyasi güçlerin katılacağı yeni seçimlerin hazırlanması gerekecek.
Bu sürecin nasıl gelişeceğini şimdiden kestirmek çok güç. Ancak bunun 30 yıllık Mübarek rejiminden farklı bir düzen getireceği kesin. Tıpkı Tunus’ta Bin Ali’nin devrilmesi ile beraber başlayan yeni süreç gibi...
Mısır’da halk ayaklanması ikinci haftasına iddialı bir gösteri ile giriyor. Kahire’de bugün protestocular “Milyonların Yürüyüşü” adı altında çok büyük bir gösteri yapmayı planlıyorlar.
Eğer bu gösteri söylendiği gibi bir milyondan fazla Mısırlıyı toplayabilecekse, bu gerçekten ülkede şimdiye kadar rejim aleyhinde düzenlenen en geniş halk hareketi olacak ve Başkan Hüsnü Mübarek’e güçlü bir mesaj verecektir.
Mısır’da günlerden beri devam eden sokak gösterilerine rağmen başkan Mübarak çekilmeyi göze aldığına dair herhangi bir işaret vermiş değil. Aksine halkın talep ve beklentilerine karşılık hükümeti değiştirerek, bir başkan yardımcısı atayarak ve bazı reformlar yapılacağını vaat ederek, krizi geçiştirmeye çalıştı.
Ne var ki, sokaklara dökülen halk çok daha köklü bir değişim istiyor. Çeşitli eğilimli göstericilerin ortaklaşa dile getirdiği esas talep, Mübarek’in istifa etmesidir.
Mısır lideri bu harekete karşı daha ne kadar direnebilir ve iktidarda tutunmak için kime dayanabilir?
Rejimin şimdiye kadar en önemli koruyucularından biri, iç güvenlik güçleri, yani yüz binlerde kişilik polis teşkilatı idi. Son gösteriler halkın bu örgütten nasıl nefret ettiğini gösterdi. Sonuçta
Tunus’ta başlayan, Mısır ve Yemen’de devam etmekte olan yönetim karşıtı halk hareketlerinin ne yönde gelişeceği konusunda şu anda tam bir belirsizlik var.
Kesin olan şey, birçok Arap ülkesinin siyasal geleceğinin artık sokaklarda belirlenmekte olduğudur.
Sonuçta ya kitlesel hareketin amaçladığı özgürlük -ve onunla birlikte siyasal ve ekonomik değişim- gerçekleşecek ya da kaos hâkim olacak.
Yöneticiler güç kullanarak bu hareketleri bastırmaya çalışsa da halkın istek ve beklentilerini yerine getirmedikleri takdirde, sonuçta kaosu ve çatışmaları önlemek mümkün olmayacaktır.
Tunus örneği, dikta rejiminin devrilmesinin ülkeyi istikrara kavuşturmaya yetmediğini gösteriyor. Diktatör Bin Ali’nin ülkeyi terk etmesi sokakları tatmin etmiyor. Halk düzende köklü bir değişiklik istiyor. Bu açıdan bakılınca, Tunus’ta devrimin henüz tam oturmadığı ve belirsizliğin devam ettiği görülüyor.
Mısır’da bu belirsizlik daha da belirgin. Burada, dünkü olaylarda görüldüğü gibi, halk hareketinin boyutları çok daha büyük ve güçlü. Buna karşı çıkmak ve bu hareketi kaba kuvvetle sindirmeye kalkışmak, çatışmalara ve kaosa davetiye çıkarmak demek.
Artık gelinen noktada Başkan Mübarek için belki en akılcı
Birinci gerçek, Tunus’tan Mısır’a, Cezayir’den Yemen’e kadar, Arap halklarının uyanıyor olmasıdır.
İkinci gerçek, yıllar boyunca muhalefetin susturulduğu Arap ülkelerinde şimdi genç kuşağın ayaklanması ve dolayısıyla rejimlerin geleceğinin de sokaklarda belirlenmesidir.
Üçüncü gerçek, değişim isteyen halk hareketinin iktidarda yıllanmış yönetimleri devirebilmesi veya zorlamasıdır.
Nihayet dördüncü gerçek de, birçok Arap ülkesinde eski düzenin çatırdamasıyla birlikte bölgesel siyasal dengelerin de -daha çok Batı’nın aleyhinde- değişmeye başlamasıdır...
Bunlar henüz birkaç hafta öncesine kadar tahmin edilmeyen gelişmeler. Şu anda Kuzey Afrika’dan Aden Körfezi’ne kadar uzanan geniş coğrafyada, tarihi bir dönüşüm yaşanıyor. Hem de baş döndürücü bir hızla...
Tunus’tan Mısır’a...
Tunus’taki “Yasemin devrimi”, ikinci haftasında henüz oturabilmiş değil. Gerçi sokak gösterilerinin hedefi olan Cumhurbaşkanı Bin Ali devrildi ama, halk hareketi bundan çok daha köklü bir değişim bekliyor.
Yeni bir Ulusal Birlik Hükümeti’nin kurulması ve buna birkaç muhalif politikacının dahil edilmesi dahi, göstericileri tatmin etmiyor. Bu hükümette eski kadro mensuplarının hâkim durumda bulunması, yeni protesto dalgalarına neden oluyor.
Şu ana kadar olanların olumlu yanı, Tunus’un uzun yıllardan beri görmediği bir özgürlüğü tatmasıdır. Nitekim göstericiler rejim aleyhinde istediklerini gibi bağırıp çağırabiliyor, gazeteler sansürsüz haberlerini yayımlayabiliyor.
Ancak buna karşılık devrimin geleceği ile ilgili belirsizlikler ve de kaygılar devam ediyor. Bin Ali’nin 23 yıllık otoriter rejiminden sonra, halen ülkede siyasi bir boşluk hüküm sürüyor. Aslında devrimin bundan sonraki hedefleri ve yönü net görünmüyor. Sokaklara dökülen halk kitlelerinin içinde her türlü insan var: Yoksul, işsiz, memur, çalışan kadın, laik, dinci, solcu, vs... Çeşitli kesimlerin farklı talepleri ve beklentileri var: Herkes değişimi kendi ideolojik eğilimleri veya ihtiyaçları doğrultusunda görmek
İran nükleer krizine bir çözüm arayan P5+1 grubunun ve İran’ın temsilcileri için, İstanbul’da toplanmalarının özel bir anlamı yok. Geçen ay toplananların yaptıkları “bürokratik” Cenevre’ye göre, “egzotik” İstanbul’da bir araya gelmenin belki de en cazip tarafı, Çırağan Sarayı’nın penceresinden baktıkça iç açıcı bir Boğaz manzarasıyla karşılaşmalarıdır...
Tabii Türkiye için İstanbul’un öylesine önemli bir toplantıya ev sahipliği yapmasının farklı bir anlamı ve önemi var. Şu anda dünyanın gözü, bu konferans vesilesiyle İstanbul’da.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu geçenlerde köşe yazarlarıyla yaptığı bir toplantıda, İstanbul’u uluslararası diplomasinin yeni bir merkezi haline getirmeyi amaçladığından söz etmişti.
Dün İstanbul’da görüştüğümüz Paris merkezli “Stratejik Araştırmalar Vakfı”ndan İran uzmanı Dr. Bruno Tertrais, bu toplantının İstanbul’da yapılması bağlamında, şöyle bir ifade kullandı: “Bunun sembolik bir anlamı var. Bu İstanbul’u yeni bir Cenevre yapıyor. Türkiye için bir başarı bu.”
Görüşme için görüşme
Peki, İran’la ilgili bu İstanbul Konferansı diplomasi kayıtlarına nasıl geçecek?
Türk diplomasisinin Lübnan krizini çözmek için, Katar ile birlikte giriştiği inisiyatif, şimdilik beklenen sonucu vermedi.
Yetkililere göre bunu Türkiye’nin üstlendiği misyondan vazgeçtiği ve diplomatik çabalarına sona verdiği şeklinde algılamamak gerek. Ancak öyle anlaşılıyor ki, şu noktada umutlar girişimin başlangıcına göre daha zayıf.
Kuşkusuz bu iyi bir haber değil. Lübnan’daki krizin çözümünün zamana bırakılması çok tehlikeli. Lübnan’ın mozaik yapısı nedeniyle koalisyon hükümetinin çökmesinin yarattığı gerginlik iç karışıklıklara yol açabilir. Bu ise bölgedeki hassas dengeleri altüst edebilir ve çatışma olasılıklarını daha da artırabilir.
Tunus’tan Irak’a, İran’dan İsrail’e kadar, bölgede çeşitli nedenlerle çekişmelerin ve huzursuzlukların tırmandığı bir sırada, Lübnan’ın karışması gerçekten büyük bir tehlike potansiyeli oluşturmaktadır.
Amaç ne?
Türk yetkililere göre, Ankara’nın Lübnan krizinde ön planda sahneye çıkmasının nedeni de, bu konuda duyulan ciddi kaygıdır. Türk diplomasisi, tüm taraflarla olan diyalogu ve genelde sahip olduğu etkinliği ile bu krizin giderilmesinde ve istikrarın korunmasında önemli bir rol oynayabilecek durumda.