İnsan kaybı ve maddi zarar açısından büyük acılara sebep olan doğal afetler zaman zaman bozuk olan uluslararası ilişkilerin düzelmesine de yol açıyor. Bunun hepimizin belleğinde kalan en canlı örneklerinden biri, 1999 Marmara depreminden sonra Atina’nın yardım jesti üzerine Türk-Yunan ilişkilerinde yaşanan gelişmelerdir.
Şu sırada “felaket diplomasisi”nin yeni bir örneği ile karşı karşıyayız.
İsrail’de 42 kişinin yanarak ölümüne ve bir milyar dolar maddi zarara neden olan büyük orman yangını, Türkiye’nin hemen yardıma koşması üzerine, iki ülke arasındaki buzları eritebilecek bir “diplomatik fırsat” yarattı.
Gerek Başbakan Erdoğan’ın, gerekse İsrail Başbakanı Netanyahu’nun, bu fırsatı, hızla ve eşzamanlı olarak yakalaması, yeni bir diplomatik sürecin başlamasını sağladı.
Hafta sonunda Dışişleri Bakanlığı müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ile İsrail temsilcisi Yasef Ciechanover arasında yapılan görüşmeler, “Mavi Marmara” krizine son verilebileceği ve ilişkilerin normalleşmesi için ilk adımların atılabileceği umudunu yarattı.
Edindiğimiz bilgilere göre, Cenevre’deki görüşmelerde bir prensip mutabakatı sağlanmış ve bir belge taslağı hazırlanmıştır. Bu belgenin önümüzdeki hafta bir
Türk Atlantik Konseyi’nin her yıl Antalya’da düzenlediği Uluslararası Güvenlik ve İşbirliği Konferansı, ele aldığı konular ve verdiği mesajlar ile geniş bir ilgi toplar.
3-4 Aralık’ta yapılan 18. konferans iki özelliği ile dikkati çekti: Birincisi, bu toplantının “tarihi” diye nitelenen Lizbon zirvesinin hemen ardından yapılması ve orada kabul edilen yeni “stratejik konsept”in, yani ittifakın yeni “yol haritası”nın tartışılmasıdır. İkincisi ise, bu toplantıya sadece NATO üyelerinin değil, ittifakla “partner” sıfatı ile işbirliği yapan Rusya’dan Kuveyt’e ve Ukrayna’dan Makedonya’ya kadar birçok ülkenin de katılmış olmasıdır.
Belek’teki büyük bir otelin konferans salonunu dolduran 200’ü aşkın Türk ve yabancı diplomat, politikacı, asker, akademisyen ve yazarın katıldığı iki günlük toplantıda “2020 Yılına Doğru NATO” teması ele alındı.
Wikileaks krizinin en hareketli aşamasında yapılan konferansta bu olay yankılanmaktan geri kalmadı. Koridorlarda veya yemeklerde olduğu kadar, konferans salonunda da bu olayın “NATO’yu nasıl etkileyeceği” sorusu da konuşuldu.
Wikileaks saldırı mı?
Özetlersek, Türk ve yabancı konuşmacıların bu soruya verdikleri yanıt şöyle: Wikileaks ABD’nin dış
Wikileaks’in açıkladığı gizli belgelerin içerik olarak gerçeklere ne kadar uygun olduğu tartışılabilir; ama esas mesele bu tür ifşaatların, son tahlilde iyi mi, kötü mü olduğudur.
Bu soruyu Wikileaks’in sadece ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan sızdırdığı 250 bin kripto için sormak yetersiz olur. Çünkü aynı internet sitesinin yakında başka kaynaklardan da benzer gizli dokümanları ele geçirmeye hazırlandığı söyleniyor. Kim bilir, belki ileride başka “hacker”ler, sadece ABD’nin değil, başka ülkelerin kurumlarının gizli raporlarını sızdırabilirler.
Bu bakımdan bu son olay bütün dünyada akademik planda da tartışılan bir konu oldu.
Tartışmanın odak noktası, “özgürlük” ile “güvenlik” arasındaki karmaşık ilintidir.
Daha açık bir ifade ile, “devlet sırrı” olarak gizli tutulan belgelerin bir internet sitesi tarafından ele geçirilmesi, “ifade özgürlüğü” açısından normal ve doğru bir hareket midir, yoksa bu, “devletin güvenliği” açısından bir ihlâl ve suç mudur?
Yakın bir geçmişe kadar, dış işleri veya savunma bakanlıkları gibi hassas devlet dairelerinden bir dosya “yürütmek” casusluk, ihanet gibi ağır bir suç sayılırdı.
Oysa şimdi, bir iki dosya değil, on binlerce rapor veya belge “toptan”
Wikileaks’te yayımlanmakta olan gizli belgelerin Türkiye ile ilgili olanları, Türk-Amerikan ilişkilerini nasıl etkileyecek?
Bu sorunun yanıtına geçmeden önce, Wikileaks’in elinde Türkiye ile ilgili sekiz bine yakın belge bulunduğunu ve şu ana kadar bunların ancak yüzde beşinin açıklandığını anımsatalım.
Yayımlanmış olanlar, Türk-Amerikan ilişkilerini sarsacak cinsten değil. Ama bundan sonra gelecek olanların ne içerdiğini bilmiyoruz. Bu bakımdan tam bir fikir edinmek için, bütün kriptoların açıklanmasını beklemek gerek.
Ancak Washington’da bulunan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun söylediklerine bakılırsa, “Türkiye dış politikasını, bir başka ülkenin diplomatları üzerinden yürütmez. Dolayısıyla bu belgeler Türk-Amerikan ilişkilerinde bir değişikliğe sebebiyet vermez...”
İyi bir rastlantı
Washington’da Amerikalı meslektaşı Hillary Clinton ile görüşen Davutoğlu, bu sözleri “bilerek” yani tüm belgeler hakkında edindiği bilgilerin ışığında söylemiş olsa gerek.
Kamuoyunun “bilgi sahibi olma hakkı”nı savunan hareket, teknolojideki devrimin de katkısıyla, şimdi “devlet sırları”nın açıklık kazanmasını sağlamış bulunuyor.
Siyasette ve diplomaside şeffaflıktan ve her türlü enformasyonun serbestçe dolaşımından yana olan 39 yaşındaki Avustralyalı Julian Assange’un kurduğu “Wikileaks” sitesi, ABD Dışişleri Bakanlığı’na ait tam 251.287 belgeyi dünya kamuoyuna açıklamayı başardı.
Bu belgelerin çoğu, ABD’nin yeryüzündeki 270 elçilik ve konsolosluğundan Washington’a gelen kriptolardır. Bunların bir kısmı ilk elden edinilen bilgiler, bir kısmı da Amerikan diplomatlarının kişisel değerlendirmeleridir.
Bu tür yazışmalar, aslında tüm ülkelerin yurtdışındaki diplomatlarının görevlerinin normal bir parçasını oluşturur. Bazı ülkeler (İngiltere, ABD gibi) periyodik olarak (25-30 yılda bir) eski belgeleri bizzat yayınlar. Şimdi “Wikileaks”in yaptığı iş, nispeten yeni belgeleri ele geçirip bunları internet sitesi ve medya aracılığı ile dünyaya açıklamaktır.
Böyle bir şeyin yapılması, kuşkusuz “kamuoyunun bilgi sahibi olma hakkı”nı karşılıyor. Ancak sonuçta bunun ulusal çıkarlar ve uluslararası ilişkiler açısından yararlı mı yoksa zararlı mı olduğu,
BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon’un bu hafta açıkladığı 10 sayfalık Kıbrıs Raporu geçmiş için bir “başarısızlık öyküsü”, gelecek için de bir “belirsizlik tablosu” ortaya koyuyor.
Bu çerçevede raporda iki tarafa verilen mesajı da şöyle özetleyebiliriz: “Ocak ayı sonunda Cenevre’de yapılacak üçlü toplantıya kadar elinizi çabuk tutun ve adada yapacağınız hızlandırılmış görüşmelerde, 6 madde üzerinde de pratik bir plan hazırlayın. Aksi halde bu iş biter.”
Genel sekreterin bu net çağrısı ve uyarısı neyi değiştirecek? Gerçekten taraflar bu kez bir uzlaşma zemini oluşturup Cenevre’ye somut bir taslak götürebilecek mi? Bu olmazsa Ban Ki-moon ne yapacak? O takdirde BM’nin “Kıbrıs misyonu” gerçekten bitecek mi?
Bu sorulara geçmeden önce, önümüzdeki salı günü BM Güvenlik Konseyi’nde ele alınacak olan bu raporun içerdiği (ve bizim gazetelerde pek yer almayan) bazı önemli noktaları belirtelim:
Ban Ki-moon, Kıbrıs meselesinin 47 yıldır çeşitli şekillerde görüşülmekte olduğunu, şimdiye kadar 5 genel sekreterin bu sorunla meşgul olduğunu hatırlatıyor, şimdiki müzakere sürecinin ise 2.5 yıldır devam ettiğini ve bu arada tam 88 toplantının yapıldığını belirtiyor. Bu ilginç istatistiki bilgiden
Dünya yeni bir savaşın eşiğinde mi? Bizden binlerce kilometre uzakta olduğu halde, iki Kore arasındaki sürtüşmenin kıvılcımları, bütün küreyi ateşe verebilir mi?
Kuzey Kore’nin durup dururken Güney Kore’ye ait ufak bir adayı topa tutması, ilk bakışta yerel bir olay olarak görünebilir, ama iki “düşman kardeş” arasında cereyan eden bu çatışma, o coğrafyanın karmaşık özellikleri nedeniyle tüm dünyayı kaygılandıran tehlikeli boyutlar alıyor.
Türkiye bu kaygıyı resmen dile getiren ülkeler arasında. Ankara, yayımladığı bir bildiri ile, Kuzey Kore’nin saldırısını kınamak suretiyle bu konuda tavrını net olarak ortaya koydu.
Olayın kaygı yaratan yanı, gerginliğin sadece iki Kore arasında tırmanmakta olması değil, aynı zamanda ABD’nin ve diğer devletlerin müdahalesiyle uluslararası bir krize dönüşmesi olasılığıdır.
Aradan 60 yıl geçti, ama Kore savaşının Türkiye dahil bütün dünyayı bu kavganın içine nasıl çektiğini unutmayalım.
Kuzeyin bombardımanına hedef olan Yeonpyeong adacığı, aslında stratejik veya ekonomik değeri olan bir yer değil. O halde Kuzey Kore neden bu 1600 nüfuslu adacığa bombalar yağdırdı ve böylece bu bölgenin sınırlarını da aşabilecek bir büyük çatışmanın
Türkiye’de Lizbon’daki NATO zirvesi ile ilgili tüm dikkatler, “füze kalkanı” üzerinde odaklandı; ama bu toplantıda görüşülen ve bütün dünyayı yakından ilgilendiren başka önemli konular da vardı.
Bunlardan biri, NATO ile Rusya arasındaki yakınlaşmadır. Lizbon zirvesinin ikinci gününde Rusya Devlet Başkanı Dmitri Medvedev’in katıldığı oturum, kendi deyişiyle, “tarihi bir olaya” sahne oldu: NATO ile Rusya arasında, “Füze Kalkanı” konusunda işbirliği kurulmasına karar verildi.
Böylece Rusya, NATO’nun anti-balistik füze savunma sistemine destek vermeyi ve kendi sistemini onunla ilişkilendirmeyi kabul etmiş oluyor.
Rusya ayrıca NATO’nun yeni stratejik doktrininin içerdiği terörle ve korsanlıkla mücadeleden nükleer silahsızlanmaya kadar çeşitli alanlarda da NATO ile işbirliği fikrini benimsiyor.
Eski düşman ortak oldu
Medvedev’in Lizbon’da sergilediği bu tutum, gerçekten uluslararası ilişkilerde bir dönüm noktası oluşturuyor. NATO’nun gözünde Rusya, artık Soğuk Savaş’taki düşman değil. Nitekim Başkan Obama Lizbon’da bunu belirtirken, Rusya’yı yeni ortak olarak nitelendirdi.