TÜRKİYE’nin Şincan’daki trajik olaylar karşısında aldığı tavır, Ankara’nın bu gibi meselelerde içine düştüğü sıkıntılı ve de çelişkili durumu yansıtıyor.
Soydaş Uygurların kaderiyle ilgili gelişmeler karşısında, Türk halkının hassasiyetini ve öfkesini sergilemesi doğal. Böyle hallerde kamuoyunun tepkisiz kalması beklenemez.
Devlet politikası ise daha temkinli ve ölçülü olmak zorunda. Şincan krizinin başında yapılan konuşmalar, gösterilen tepkiler, uyumlu ve tutarlı bir politikanın belirlendiği konusunda ciddi kuşkular yaratmıştır.
Bir bakanın alelacele Çin’e karşı boykot çağrısında bulunması bir yana, Başbakan Erdoğan’ın Uygurlara karşı girişilen saldırıları “adeta soykırım” diye tanımlaması şaşırtıcı olmuştur.
Başbakan’ın Urumçi’deki kıyımı, Çin yönetiminin Uygurlara karşı izlediği baskı ve asimilasyon politikasını kınaması normal. Ama Erdoğan Beijing’i çok farklı bir anlam taşıyan “soykırım” sözcüğüyle suçlamakla, açıkçası “orantısız bir
DÜN Ankara’da imzalanan Nabucco ile ilgili Hükümetlerarası Anlaşma, Türkiye’ye yeni bir “stratejik kart” kazandırıyor.
Nabucco projesi aslında AB üyesi Avrupa ülkelerinin yıllar önce, artan enerji ihtiyaçlarını karşılamak ve bu alanda adeta bir tekel kuran Rusya’dan bağımlılıklarını azaltmak için ortaya attıkları bir fikir.
Bu proje üzerinde çalışan Güneydoğu ve Orta Avrupa ülkeleri -ve onlara destek veren AB Komisyonu- bu alternatif enerji hattının Türkiye’siz gerçekleşemeyeceğini daha baştan anladılar. Dolayısıyla, iddialı proje üzerindeki ilk çalışmalar, Türkiye’nin aktif katılımıyla yapıldı.
Dün Ankara’da Türkiye’nin dört AB üyesiyle imzaladığı belge ile, Nabucco projesinin hukuki temeli atılmış oldu. Bu aynı zamanda, “tüketici” ülkeler kadar, “kaynak” ülkelerin bu projeyi hayata geçirme konusundaki siyasi iradelerini ve kararlılıklarını da sergiliyor.
Projenin ağırlık noktası kuşkusuz ekonomik niteliği. Yani amaç, doğalgaz kaynaklarını ve erişim
1970’lerde Latin Amerika’da sıkça söylenen bir laf vardı: “Sabah en erken uyanan general, darbe yapar”!
O yıllarda Güney ve Orta Amerika ülkelerinde askeri darbeler öylesine yaygındı...
Gerçekten bölge ülkelerinde insanların sabah kalktıklarında yeni bir “golpe” (darbe) haberiyle karşılaşmaları pek şaşırtıcı olmuyordu.
O dönemde Latin Amerika’da darbelerin adeta moda haline gelmesinin çeşitli nedenleri vardı tabii. Bu ülkelerde sivillerin -yani politikacıların- çoğu zaman ülkeyi iyi yönetmemesi, sosyal ve ekonomik sorunları halledememesi, yolsuzluklara karışması, kendi aralarında sürekli kavga edip bir türlü uzlaşmaması bir bezginlik ve umutsuzluk yaratıyordu. Darbeciler bu ortamı “golpe” için bir sebep olarak gösteriyorlardı. Ama gerçekte generaller, kendi ihtirasları peşindeydiler. Kurdukları askeri rejimler sorunları halletmekten uzaktı. Üstelik özgürlükler, insan hakları tamamen çiğneniyor; baskı, işkence, cinayet yeni düzenin başlıca özelliği oluyordu...
O günlerde
İRAN’daki olayların başında, bazı gözlemcilerin aceleci biçimde kullandığı terimle, “ikinci devrim” gerçekleşmedi.
Seçimlerin şaibeli sonucu etrafında kopan siyasi fırtına şimdi dinmiş görünüyor.
Mir Hüseyin Musevi’nin taraftarlarının başlattığı hareket artık Ahmedinecad yönetiminin “demir yumruğu” altında ezilmiş durumda.
“Sokakların gücü” kendisini kanıtlayacak halde değil artık.
Siyasette olduğu gibi, sokaklarda da Hamaney-Ahmedinecad ikilisine bağlı “derin devlet” güçleri duruma hâkim.
“Besic” milisleri ve “Devrim Muhafızları” muhaliflere nefes aldırtmıyor. Son gösterilerden sonra bu güçlerin giriştiği acımasız saldırılar, öylesine bir dehşet ve korku yarattı ki, gözü pek göstericiler dahi artık seslerini çıkaramıyor.
Yüzlerce aydın hapiste. Bir kısmından hiç haber alınamıyor.
ERGENEKON davası... “Eylem Planı” belgesi... 12 Eylül dosyası... Suikast komplosu...
Türkiye, birbiri ardından gündeme gelen bu konulara kilitlenmiş durumda.
Dünyanın gündeminde ise, uluslararası etkileri açısından çok daha önemli olan (küresel ekonomik krizden İran’daki gelişmelere kadar) bambaşka konular var.
Bununla beraber, Türkiye ile ilgili dış çevreler, Türkiye’deki dava, belge, komplo tartışmalarını yakından izliyorlar ve bir Avrupalı diplomatın deyişiyle, kendilerine bir “puzzle” veya bilmece gibi görünen bu meseleleri anlamaya çalışıyorlar.
Türkiye’deki bu tartışmalar, birçok başkentte olduğu gibi, AB merkezinde de kafa karışıklığı yaratmış bulunuyor.
Dün görüştüğümüz bir AB yetkilisi, Brüksel’in -yani Komisyon’un- havasını şöyle yansıttı: “Kuşkusuz bu iddialar ve tartışmalar, Türkiye’nin iç sorunudur ve AB’nin buna karışması söz konusu değil. Ancak AB Türkiye’deki bu olaya, prensip yönünden bakıyor. Üye olmaya aday bir
BÜTÜN işaretler İran’da seçim sonrasında yönetim ile muhalefet cephesi arasındaki mücadelenin yeni bir aşamaya girmekte olduğunu gösteriyor.
İki hafta önce, seçimlerin şaibeli sonuçlarına karşı gösterilen tepki, ülke çapında yüz binlerce insanın sokaklara dökülmesiyle, yönetime karşı bir halk hareketi halini almış görünüyordu.
Son günlerde ise, yönetimin sistematik ve acımasız kampanyası sonunda, muhaliflerin sesi kısılmış, gösterilerin hızı kesilmiş bulunuyor. Artık o büyük kalabalıklar sokaklarda boy gösteremiyor; sadece ufak gruplar yer yer toplanıp “Allahu Ekber” diye bağırıyor ve bugünkü yöneticilere karşı sloganlar atabiliyor.
Rejimin, “devrimi korumak”la görevli güçleri şimdi muhaliflere nefes aldırtmıyor. Özellikle “Besiç” adındaki milisler, göstericilere karşı sopalar, zincirler ve ateşli silahlarla saldırıyor ve halkı “terörize” ediyor.
Bu arada güvenlik güçleri de, şimdiye kadar yüzlerce politikacıyı ve
İRAN’daki olaylar bölge ve dünya politikalarını nasıl etkileyecek? Bunun yanıtı kuşkusuz İran’daki durumun nasıl gelişeceğine ve sonuçta Tahran’da kimin veya hangi güçlerin yönetimi elinde tutacağına bağlı.
Seçimler sırasında sıkça vurgulanan hususlardan biri, Ahmedinecad’ın veya rakibi Mir Hüseyin Musevi’nin seçilmesinin İran’ın dış politikasında köklü bir değişikliğe yol açmayacağı yönündeydi. Örneğin, İran’ın nükleer programının ilk adımları daha 1980’lerde, Musevi Başbakan iken atılmıştı.
Ancak, Musevi’nin tekrar siyaset sahnesine çıkmasından sonra belirtilen diğer bir husus da, kendisinin -eleştirdiği Ahmedinecad’ın aksine- dış ilişkilerde daha pragmatik davranacağı, dünyayla daha barışık olmaya ve özellikle Batı ile diyalog kurmaya çalışacağıydı...
İran karışık...
BUGÜNKÜ belirsizlik ortamında seçimlerin yenilenip Musevi’nin iktidara gelme şansı pek parlak görünmediğine göre, “yüce lider” Ayetullah Hamaney’in
İRAN’daki olaylar, karşı karşıya gelmiş olan çeşitli güçleri bir açmaza sokmuş görünüyor
Önce Hamaney cephesiyle başlayalım.
İran’ın “yüce dini lideri” Ayetullah Ali Hamaney, geçen cuma günkü konuşmasında, Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ı desteklerken, Mir Hüseyin Musevi’ye ve sokaklara dökülen yüz binlerce göstericiye karşı sert çıkmakla, kendisini anlaşmazlığın bir tarafı haline getirdi. Bu gibi hallerde olayların üstünde kalması beklenen “Rehber”, bu şekilde kendisini angaje etmiş ve toplumdaki bölünmüşlüğü daha da derinleştirmiş oldu.
Şimdi Ayetullah bir ikilem karşısında: Ya muhalifleri saf dışı etmek, sokaklara dökülenleri frenlemek ve durumu kontrol altına almak için, güç dahil her türlü önlemi almaya yönelecek veya karşıtların isteklerine kulak verip, baştaki sert tutumunu yumuşatmaya mecbur kalacak.
Hamaney’in birinci şıkkı yerine getirmek için, çok geniş yetkileri ve devreye sokabileceği pek çok araç var.