İLK bakışta konu doğrudan askeri bir nitelik taşımıyor gibi görünebilir. Ama “enerji güvenliği” sorunu bugün bütün dünyayı yakından ilgilendiren, çok boyutlu bir tartışma konusu.
Harp Akademileri dün bu konuyu İstanbul’daki tesislerine taşımakla, Türkiye ve dünya meselelerine geniş bakış açısının yeni bir örneğini verdi.
Harp Akademileri Komutanlığının “Stratejik Araştırmalar Enstitüsü”nün (SAREN) düzenlediği “Enerji Güvenliğinde Ortak Çözüm Arayışları” başlıklı 2 günlük Sempozyum, Rusya’dan, Azerbaycan’a, ABD’den Mısır’a kadar dünyanın çeşitli ülkelerinden birçok üst düzey yetkiliyi ve uzmanı bir araya getiriyor.
Harp Akademileri Komutanı Hava Orgenerali Hasan Aksay bu Sempozyumu düzenlemenin amacını açıklarken, günümüzde güvenlik kavramının değişmiş olduğunu, enerji sorununun da artık güvenlikle ilintili olduğunu belirtti. Komutan, enerji güvenliği sorunu ile şimdiden mücadele etmek için, sivil ile askerin
ABD Başkanı Barack Obama’nın 24 Nisan’da yayımladığı mesajın Türk-Amerikan ilişkileri açısından en olumsuz yanı, kendisine Türkiye’de duyulan sempati ve güvenin sarsılmış olmasıdır.
Seçimleri kazandığı zaman ve son olarak Türkiye’yi ziyaret ettiği günlerde Barack Hüseyin Obama’nın Türk kamuoyundaki imajını hatırlayın... Bir de 24 Nisan mesajıyla beklentileri yok eden, hayalleri yıkan Obama’nın şimdi nasıl göründüğüne bakın...
Aslında Obama bu mesajında “soykırım” sözcüğünü kullanmamakla Türkiye’yi tatmin edeceğini düşünmüştür. Türkiye’nin hassasiyetini dikkate alması ve hukuki bakımdan önem taşıyan bu terimi kullanmaması iyi de, mesajdaki ifadeler onun gerçek duygu ve görüşlerinin ne olduğunu açıkça ortaya koydu.
Mesele sadece Ermenilerin “soykırım”a eşdeğer olarak kullandıkları “Medz Yeghern” (Büyük Felaket) terimini telaffuz etmesinden ibaret değil. Obama, bu mesajında kendisini Ermeni iddiaları lehinde angaje eden
NEDENLERİ ne olursa olsun, Türkiye ile Azerbaycan arasındaki ilişkilerin son günlerde ciddi yara aldığı bir gerçek.
Haftalardan beri Türkiye’nin Ermenistan ile yürüttüğü gizli diplomasi, Bakü’de Türkiye’ye karşı şimdiye kadar görülmemiş bir kuşku ve güvensizlik yarattı.
Kabul etmeli ki, önceki gün Türkiye ile Ermenistan’ın ilişkilerin normalleştirilmesi için mutabakata vardıkları konusunda yapılan resmi açıklama da Bakü’nün endişelerini pek yatıştırmış değil.
Yıllardan beri birbirini kardeş olarak gören iki ülkenin bu noktaya nasıl geldiğini, bu krizi kimlerin hangi amaçlarla kışkırttığını araştırmakta elbette yarar var. Ancak, eğer iki devletin yöneticileri tekrar birbirlerinin dostluğunu ve güvenini kazanmak istiyorlarsa, bundan sonra birlikte nasıl hareket edeceklerini belirlemelidir.
Bunun yolu da Türk ve Azeri liderlerin yüz yüze görüşmeleridir. Bu bakımdan Başbakan Erdoğan’ın Bakü’ye gidip Başkan Aliyev ile konuşması çok isabetli olacaktır.
“Uzun
DIŞİŞLERİ Bakanlığı’nın Ermenistan’la ilişkiler konusundaki açıklamanın zamanlamasını neye göre ayarladığını anlamak zor değil. Adres belli: Beyaz Saray... Amaç, Başkan Barack Obama’nın bugün Ermenilere yönelik “24 Nisan mesajı”nda Türkiye’yi rahatsız edecek bir ifade kullanmamasını sağlamak...
Bütün işaretler, Obama’nın gerçekten bugünkü mesajında “genocide”, yani soykırım sözcüğünü kullanmaktan kaçınacağını gösteriyor.
Aslında Amerikan lideri Türkiye ziyaretinde de 1915 olaylarıyla ilgili kişisel görüşünü koruduğunu söylemekle beraber, Türkiye ile Ermenistan arasındaki normalleşme sürecinin aksamamasına özen gösterilmesi gerektiğine işaret etmişti.
Ne var ki, o günlerde Türkiye’nin Ermenistan’la sınırı açmaya hazırlandığına ilişkin haberlerin hemen ardından Azerbaycan’dan gelen sert tepkiler ve Başbakan Erdoğan başta olmak üzere Türk yetkililerinin “Karabağ sorunu çözümlenmeden sınırlar açılmaz”
TÜRK dış politikası Kafkasya’daki son girişimlerinde amacına ulaşamadı, yani başarısız oldu.
Diğer bir deyişle, Ankara ne Erivan’a, ne Bakü’ye yaranabildi. Sonuçta iki tarafta da güven kaybına uğradı.
Türkiye’nin stratejisi neydi?
Türk diplomasisi Ortadoğu’da ve Balkanlar’da olduğu gibi, Kafkasya’da da dostluk ilişkileri içinde barış ve istikrarı sağlamayı ve bölgesel bir aktör rolünü oynamayı amaçlıyordu. Türkiye geçen yaz Gürcistan’daki savaş sırasında, özellikle ortaya attığı “Kafkasya İşbirliği ve İstikrar Projesi” ile kendisini gösterdi.
Türk hükümeti bu çerçevede Ermenistan ile de kesik olan ilişkilerini kurmaya yönelik girişimlerde bulundu. Cumhurbaşkanı Gül’ün futbol maçı vesilesiyle Erivan’a gitmesinin sağladığı müsait zeminde, iki taraf arasında çeşitli düzeyde temaslar yapıldı ve ilişkilerin normalleştirilmesi noktasına epey yaklaşıldı.
Türkiye bu stratejinin, hem ikili sorunların, hem de Yukarı Karabağ meselesinin
KKTC seçimlerini Derviş Eroğlu’nun Ulusal Birlik Partisi (UBP)’nin kazanacağı belliydi. Merak edilen soru, bu partinin tek başına iktidara gelebilecek kadar oy toplayıp toplamayacağı idi. UBP bunu da başarabildi.
Bu nasıl oldu? UBP ile Ferdi Sabit Soyer’in Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) nasıl rol değiştirdi?
Bu sonucun nedenlerini iyi okumak lazım.
Geçen hafta KKTC’deki temaslarımıza dayanarak yazdığımız gibi, bu seçimlere hâkim olan başlıca konu ekonomi oldu. Yani seçmenlerin büyük kısmı, yaşadıkları ekonomik sıkıntılar (işsizlik, pahalılık, vs) nedeniyle CTP iktidarına karşı duydukları düş kırıklığını ve öfkeyi sandık başında sergilediler. Bu tepki oyunda CTP’nin bazı partizan davranışlarının ve yolsuzluklarının kızgınlık yaratmasının da önemli payı var.
Yeni umutlar...
TABİİ yıpranan CTP’ye karşı tepki kadar, UBP’nin yeni umutlar yaratması da bu sonucun alınmasında rol oynadı.
TÜRKİYE’nin Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirme girişiminin yol açtığı gelişmeler, bölge içi ve dışı aktörleri sahneye çekmiş bulunuyor. Şimdi bu aktörler bu fırsattan yararlanarak kendi rollerini oynamaya çalışıyorlar.
Geçmişte Orta Asya’da oynanan -ünlü yazar Rudyard Kipling’in deyimiyle -“büyük oyun”‘un bir benzerinin sergilendiği Kafkasya’da halen başlıca 6 aktör, kâh örtüşen, kâh çakışan rollerde görünüyorlar.
Bu küresel veya bölgesel aktörlerin nasıl bir oyun sahnelediklerine kısaca bakalım:
RUSYA:
Bağımsızlığa kavuştuğu andan itibaren Ermenistan’ı destekleyen, Karabağ ve Azeri topraklarının işgaline yardımcı olan Rusya, hep Erivan’ın hamisi rolünü oynadı. 1997’de imzalanan bir ortak savunma anlaşmasına göre, Rusya Ermenistan’a karşı saldırıyı kendisine karşı yapılmış sayma taahhüdünde bulundu. Ermenistan’ın Moskova’ya bağımlılığı, Rusya’nın bu ülkede askeri bir varlık ve bölgede siyasal etkinlik kazanmasını da
İLK bakışta, yapılan çağrı günümüzün koşullarına ve gerçeklerine pek uymayan, hayali bir öneri...
Dünyanın en şiddetli düşmanlıklarına, kanlı çatışmalarına ve silahlanma yarışına sahne olan Ortadoğu’nun “kitle imha silahlarından arındırılması” fikri, bölge ülkelerinin yöneticilerine ne kadar cazip gelebilir?
Bu fikri hafta içinde Bahreyn parlamentosundaki konuşmasında ortaya atan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de, böyle bir önerinin bir çırpıda benimsenmeyeceğini biliyor tabii. Nitekim kendisi de konuşmasında, “Bu, bir hayal peşinde koşmak olarak görülmemeli” demek ihtiyacını duydu ve bunun uzun vadeli bir “perspektif” olarak kabul edilmesini istedi.
Gül’e göre, bölge ülkeleri “bu perspektifi canlı tutmalı”, halen karşılaşılan sorunlar “bizi ileriye bakmaktan alıkoymamalıdır”...
Başlangıç noktası
EVET, Cumhurbaşkanı Gül’ün önerisi, Ortadoğu’daki radikalleşme ve restleşme atmosferi içinde, boş bir hayal olarak görünebilir.