Lefkoşa
ÖNÜMÜZDEKİ pazar KKTC’de yapılacak seçimlerin sonucu, Kıbrıs müzakere sürecini ve Rum tarafıyla anlaşma şansını nasıl etkileyecek?
Cumhuriyetçi Toplum Partisi’nin (CTP) iktidarda kalması halinde, geçen eylülde başlayan doğrudan görüşmeler devam eder. CTP ve Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, “iki kurucu devletin siyasal eşitliğine dayalı federal bir yapı” çerçevesinde bir çözümden yana. Müzakereler de bu parametreler üzerinde sürdürülüyor.
Muhalefetteki Ulusal Birlik Partisi’nin (UBP) seçimleri kazanması halinde, bu politikada -hemen olmasa da zamanla- bazı değişiklikler olabilir.
UBP lideri Derviş Eroğlu’nun şimdiki müzakere sürecinin gidişini ve Talat’ın ortaya koyduğu pozisyonu hiç onaylamadığı biliniyor. Aslında Eroğlu’nun (ve UBP’nin) Kıbrıs sorununun çözümüyle ilgili görüşleri, Talat’ın (ve CTP’nin) tutumundan çok farklıdır. Eroğlu, 1990’larda Başbakan iken, KKTC’nin bağımsız bir devlet olarak varlığının
Lefkoşa
SON haftalarda Türkiye’nin dış politikasına hâkim olan bir dizi sorun arasında Kıbrıs konusu geri plana düştü. Ancak şimdi iki nedenle Kıbrıs, veya daha doğrusu KKTC’nin geleceği tekrar öne çıkıyor.
Bu nedenlerden biri, önümüzdeki pazar günü burada yapılacak olan -ve sonuçları itibariyle Kıbrıs Türklerini bir yol ayırımına getirmesi beklenen- genel seçimlerle ilgili...
Diğer neden ise, tam seçim kampanyasının ortasında bir bomba gibi patlayan Ergenekon soruşturmasının KKTC’deki “ayağı” ile ilgili iddiaların yarattığı sansasyondur...
KKTC’deki seçimlerin bu kez dikkati çekmesi, bir iktidar değişikliği olasılığını ortaya koymasından kaynaklanıyor. Son bağımsız anketler Derviş Eroğlu’nun muhalefetteki Ulusal Birlik Partisi’nin (UBP) yüzde 46, Başbakan Ferdi Sabit Soyer’in Cumhuriyetçi Toplum Partisi’nin (CTP) ise yüzde 25 civarında bir oy alabileceğini gösteriyor. Tabii bu iki ana partinin yetkilileri, kendi lehlerinde, farklı rakamlar veriyorlar. CTP’liler “başa baş bir
TÜRK dış politikasındaki son gelişmeler, Batı ile ilişkilerde birbirinden farklı iki yeni trendi gözlerin önüne seriyor.
Bunlardan biri, ABD ile yakınlaşma yönünde. Başkan Barack Obama’nın Türkiye ziyareti, iki ülke arasında daha sıkı bir beraberliğe dayalı yeni bir dönem başlatıyor.
Diğer trend ise, AB ile ilişkilerin biraz daha soğuması yönünde. Bunda iki olayın etkili olduğu görülüyor.
Birinci olay, Başkan Obama’nın Prag’daki ve Ankara’daki konuşmalarında, AB’nin Türkiye’yi üye olarak kabul etmesi için yaptığı çağrıdır. Buna Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve Almanya Başbakanı Angela Merkel’den derhal sert yanıt geldi. Fransız lideri, bir kez daha Türkiye’nin üyeliğine karşı çıktı ve Obama’ya “Sen ne karışıyorsun!” dercesine, “Bu işe AB üyeleri kara verir” şeklinde bir karşılık verdi. Alman Şansölyesi de, aynı şekilde bir kez daha Türkiye’nin tam üyeliğine karşı çıktı ve “imtiyazlı statü” argümanını tekrarladı.
Bu tepkiler,
ANKARA’da kimsenin Azerbaycan’ı “kaybetmek” pahasına Ermenistan’ı “kazanmaya” niyeti yok.
Türk diplomasisi aylardan beri, Azerilerin de hayati çıkarlarını dikkate alan, kapsamlı bir çözüm paketini Ermeni muhataplarıyla masaya yatırmış bulunuyor.
Daha açık bir deyişle, Dağlık Karabağ ve Ermeni işgali altındaki Azeri toprakları sorunu, bu paketin bir parçası.
Ankara Erivan ile başlattığı müzakere sürecinde, Azeri hükümetini, bütün gelişmelerden muntazaman haberdar ediyor. Türk liderleri Azeri muhataplarına bu konuda endişe duymamaları -veya diğer bir ifadeyle, kendilerine güvenmeleri- gerektiğini özellikle vurguluyorlar.
Ne var ki, son günlerde basında yapılan yayınlar -veya spekülasyonlar- Azerbaycan’da Türkiye’ye karşı bir güven krizi yarattı. Türkiye’nin önümüzdeki günlerde Ermenistan ile sınırlarını açacağına ilişkin haberler, Bakü’de çeşitli siyasi çevreler tarafından bir “iç tüketim malzemesi” olarak kullanıldı. Bu ortam ne
ABD Başkanı Barack Obama’nın iki günlük Türkiye ziyaretini başarılı sayması için birçok sebep var. Denilebilir ki, Amerikan lideri, buraya gelirken güttüğü amaçların ve beklentilerinin çoğunu gerçekleştirmek olanağını buldu.
Başlıca amaç son zamanlarda bozulan ilişkileri düzeltmek ve yeni bir zemine oturtmaktı. Yani Washington’daki analistlerin deyişiyle, bir süreden beri dış politikasının Batı’dan uzaklaştığı düşünülen “Türkiye’yi yeniden kazanmak”tı...
Obama Türk lideriyle görüşmelerde olduğu gibi, Türk halkına dönük jestleri ve mesajlarıyla, bu yönde ustaca bir çaba harcadı. Resmi temaslarında, ele alınan ikili ve bölgesel konularda, yeni bir ortaklık anlayışı sağlamaya çalıştı. Basın toplantısında ve Meclis’teki konuşmasında, Türkiye’yi destekleyen ifadelerinin yanı sıra, Türk halkının gönlünü kazanan sözler sarf etti.
ABD Başkanı görüşmelerde ele alınan birçok konuda Türk yetkilileriyle bir görüş birliği veya
ABD Başkanı Barack Obama’nın Türkiye’yi ziyaretinin ilk gününde verdiği mesajlar, iki ülke arasındaki ilişkilerin yeni ve daha gerçekçi bir zemine oturtulacağını ortaya koyuyor.
Bu mesajlardan biri, Obama’nın Türk-Amerikan ilişkilerine vermeyi düşündüğü yönle ilgili. ABD lideri, bu bağlamda “model ortaklık” terimini kullanıyor.
İlişkilerin bozuk olduğu Bush döneminde dahi, Türk-Amerikan ilişkileri için “stratejik ortaklık” veya “stratejik işbirliği” gibi sözcükler kullanmak, adeta bir alışkanlık haline gelmişti. Aslında bu abartılı terim, çoğu kez, gerçeğe uymuyor, lafta kalıyordu.
Obama’nın şimdi sunduğu “model ortaklık” kavramı daha gerçekçi amaçlar güdüyor. Gerçi bu kavramın içinin nasıl doldurulacağı zamanla görülecek; ama Obama’nın dün basın toplantısında çizdiği çerçeve, iki ülke arasında geniş kapsamlı bir işbirliği öngörüyor. Bunda tek unsur güvenlik veya askeri işbirliği değil. Obama
SOĞUK Savaş döneminde Türkiye ile NATO, ortak çıkarlara dayalı bağlarla, adeta birbirleriyle kenetlenmişlerdi.
Türkiye için NATO, kendisini de hedef alan Sovyet tehdidine karşı, etkin bir güvenceydi. Bu ittifak sayesinde Türkiye, bölgenin en büyük askeri gücü olmak imkânını bulduğu gibi, ABD’nin başını çektiği Batı dünyası içinde önemli bir siyasi konuma da gelebilmişti...
NATO için ise Türkiye, bölgede Sovyetlerin yayılmasını durduran Atlantik camiasının bir ileri karakolu idi. Bu sayede NATO sadece Avrupa’nın güvenliğini sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda Sovyet nüfuzunun Doğu Akdeniz’e uzanmasının önünü kesiyordu...
Soğuk Savaş’ın sona ermesinden ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından hemen sonraki yıllarda, Türkiye ile NATO arasındaki bağlar, ittifakın üstlendiği yeni rollerle canlılığını korudu. Türkiye NATO’nun Balkanlar’da, Afrika’da, Afganistan’da barışı korumaya yönelik operasyonlarına, ayrıca insani amaçlı misyonlarına aktif olarak
“BU sadece 60 mum yakacağımız bir yaş günü partisi olmayacak. Bu vesileyle bundan sonra sağlıklı olarak hayatta kalmanın yollarını arayacağız...”
NATO bugün, kuruluşunun 60. yıldönümünü Fransa-Almanya sınırındaki Strasbourg ve Kelh kentlerinde düzenlenecek iki günlük bir “zirve”de kutluyor.
Geçenlerde Brüksel’deki NATO merkezinde görüştüğümüz üst düzey bir yetkilinin dediği gibi, bu zirvenin amacı 60. yaş gününün keyfini sürmekten çok, bugünden itibaren üye sayısı 28’i bulacak olan örgütün ne yapacağını belirlemektir.
Aslında NATO’nun 60 yaşına gelmesi, kutlanmaya değer bir olay. Soğuk Savaş henüz başlarken kurulan ve günümüze kadar yaşayan başka bir savunma örgütü yok. NATO’ya karşılık olarak kurulan Varşova Paktı Sovyetler Birliği’nin tarihe karışmasıyla birlikte yok oldu. Aynı şekilde Soğuk Savaş döneminde kurulan bölgesel paktlar da dağıldı.
Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra, NATO’nun da yaşamaya devam edip