BAŞBAKAN’IN dış politika başdanışmanı Prof. Ahmet Davutoğlu geçen aralık ayında, “Washington Post” gazetesi yazarı David Ignatius’a verdiği bir demeçte, 2009’un Ortadoğu için kritik bir yıl olacağını, bölge ülkelerinin birçoğunda yapılacak seçimleri radikal partilerin kazanmasının potansiyel bir tehlike yaratacağını söylemişti.
Geçen ay Davos’taki moderatör serüveniyle Türkiye’nin yakından tanıdığı Ignatius, o yazısında, Davutoğlu’nun sözlerini esas alarak Filistin’den İsrail’e, Lübnan’dan İran’a kadar çeşitli bölge ülkelerindeki seçimlerin barış veya savaş bağlamında, bir “domino etkisi” yapacağını belirtmiş ve şu öngörüde bulunmuştu: “Eğer domino taşları doğru yönde düşerse, iyi şeyler olacak, yanlış yönde düşerse, aman dikkatli olun!”
Dün İstanbul’da bir grup köşe yazarıyla mutat bilgilendirme toplantılarından birini yapan Prof. Ahmet Davutoğlu, konuşmasının bir yerinde bu demecini hatırlattı ve maalesef ilk dominoların yanlış yönde -yani radikalleşme istikametinde- devrilmeye başladığını ve bunun gerçekten yeni tehlikeler yarattığını belirtti.
Gazze olayları ve ardından İsrail’deki seçimlerin sonucu bu “domino dizisi”nin ilk faslı. Önümüzdeki haftalar oldukça kritik. Eğer
YENİ ABD yönetiminin Türkiye’yi yakından ilgilendiren bölgesel sorunlar üzerindeki stratejisinin ana hatları belli olmaya başladı.
Obama yönetiminin ilk resmi temas ve beyanlarından, Türkiye’nin konumuna önem verdiği ve bu meselelerin çoğu üzerinde Ankara ile beraber çalışmak veya diğer bir deyişle, Türkiye’yi de bu stratejiye angaje etmek istediği anlaşılıyor.
Bu sorunlardan biri Irak’la ilgili. ABD, önümüzdeki haziran ayından itibaren Irak’tan askerlerini geri çekmeyi ve 2011’e kadar işgale son vermeyi planlıyor. Bu geri çekilme süreci için Washington’da yapılan çalışmalarda, “geçiş yolları”ndan biri olarak Türkiye’nin de adı üzerinde duruluyor. Washington’dan bu yönde henüz Ankara’ya resmi bir talep ulaşmış değil, ama bunun yakında gündeme getirileceği açık...
Diğer bir konu da Afganistan’la ilgili. Obama yönetimi bu ülkeye ek Amerikan askeri birlikleri göndermek niyetinde. Ayrıca müttefik ülkelerin de oradaki askeri varlıklarını güçlendirmesini istiyor. Bu konuda da Türkiye’ye resmi bir talep ulaşmadı, ama NATO çerçevesinde bunun sinyalleri gelmeye başladı...
Bu arada Fransa’nın NATO askeri kanadına dönmek isteğine ABD büyük önem veriyor. Ancak bu konuda Türkiye’nin engel
KİMİNE göre bir zafer, kimine göre ise bir zül... Hintliler Bombay veya yeni adıyla Mumbai’de çevrilen ve 8 dalda Oscar ödülü kazanan “Slumdog Millionaire” (Varoş Köpeği Milyoneri) filmine karşı farklı, hatta çelişkili tepkiler gösteriyorlar.
Bu da, Hint toplumunun iki ayrı yüzünün bir göstergesi.
Film, yaklaşık 20 milyon nüfuslu Mumbai kentinde, gökdelenlerin yükseldiği modern semtlerin yanı başındaki varoşların pisliğini, sefaletini, ilkelliğini gösteriyor. Burada çocuklar kendi kaderlerine terk edilmiş. Bir kısmı suç şebekelerinin eline düşüyor... Ve işte bu çocuklardan biri, Cemal, bin bir maceradan sonra 17 yaşına gelince, TV’de bir yarışma programına katılıyor ve büyük ödülü kazanıp milyoner olup çıkıyor!...
“Milyoner” aslında bir Hint filmi değil, bir Hollywood prodüksiyonu. Yönetmeni Danny Boyle, İngiliz. Ama esas aktörler Hintli. Filmin müziği -ve meşhur şarkısı “Jai Ho” -A.R. Rahman adındaki Hintli kompozitöre ait. En önemlisi, filmin bir Hintli tarafından yazılan senaryosu da, Hintli bir diplomatın yazdığı bir romana dayanıyor.
Karışık duygular
OSCAR törenini canlı olarak televizyondan izleyen milyonlarca Hintli için filmin böyle bir başarı kazanması büyük
ÖNCEKİ gece BBC televizyonu, Katar’ın başkenti Doha’da çeşitli Arap ülkelerine mensup diplomat, akademisyen ve üniversite öğrencilerinin katılımıyla düzenlenen ilginç bir toplantıyı yayımladı. Bu tartışma programının konusu şu soruyla ifade ediliyordu: “Arap Birliği öldü ve gömüldü mü?”... Bir saat süren tartışmanın sonunda, geniş salonu dolduran izleyicilerin oyuna başvuruldu: Soruya yüzde 77’si “evet”, yüzde 23’ü ise “hayır” dedi.
Panelistlerin ve söz alan katılımcıların çoğu da zaten, Arap Birliği’nin bir “heyecan” veya “hayal” olduğunu, ancak fiilen hiçbir zaman “eylem”e veya “gerçeğe” dönüşemediğini ifade ettiler. Katar’ın Washington’daki Büyükelçisi Hamad el Halife’nin deyişiyle, Arap Birliği fikri, Gazze olaylarından önce de “ölmüştü”. Tabii Gazze trajedisi Arap dünyasının kendi içinde ne kadar bölünmüş olduğunun yeni bir göstergesi oldu.
Buna karşılık Körfez Araştırma Merkezi Müdürü Abdülaziz Sager, Arapları birleştiren manevi değerler üzerinde durdu, birçok olayda ve son olarak Gazze’deki gelişmeler karşısında “Arap sokakları”nın tam bir dayanışma sergilediğini belirtti...
Heyecan yetmiyor
GERÇEKTEN Gazze’deki olaylar, bu gerçeği bir kez daha gözlerin önüne serdi.
KUZEY Irak’ın Erbil kentinde geçen hafta sonu “Abant Platformu” tarafından düzenlenen “Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak” başlıklı iki günlük konferans, dikkatlerin Türkiye ile Irak’taki Kürdistan bölgesel yönetimi arasındaki yakınlaşmaya çevrilmesine vesile oldu.
100’e yakın Türk ve Iraklı Kürt aydınının ilk kez böyle bir toplantı için Erbil’de buluşması ve ortak sorunları tartışması, kendi başına önemli bir olay. Musul’daki Türk Başkonsolosu Hüseyin Avni Botsalı’nın bu konferansta bir konuşma yapması da ilginç bir “ilk”...
Türkiye ile Kürdistan bölgesel yönetimi arasında yakın ilişkiler kurulması arzusunun ifade edildiği bu konferans, gerek katılımcılara, gerek bunu dışarıdan izleyenlere, zaten bir süreden beri böyle bir yakınlaşmanın yer almakta olduğunu açıkça hissettirdi.
“The Economist” dergisinin bu konuyla ilgili bir yazıyı “Sıra dışı yeni bir dostluk” başlığıyla sunması gerçekten anlamlı.
Bu yakınlaşmanın ve yeni dostluğun her iki tarafın yararına olduğu bilincinin oluşmakta olduğunu belirten dergi, bunun özellikle ekonomik alandaki verimli sonuçlarına (7 milyar dolar ticaret) değiniyor ve Ankara ile Erbil arasında ilişkilerin resmileşmesinin de beklendiğini
ABD Başkanı Barack Obama henüz aday iken yaptığı konuşmalarda, seçildiği takdirde Afganistan’a öncelik vereceğini ve Irak’tan kuvvetlerini çekerken, bu ülkeye takviye birlikleri sevk edeceğini söylemişti.
Gerçekten Obama’nın Beyaz Saray’daki koltuğuna oturur oturmaz yaptığı ilk işlerden biri Afganistan’ın ve komşusu Pakistan’ın “kritik durumu”nu ele almak oldu. Bölgeye gönderdiği deneyimli diplomat Richard Holbrooke’un ayrıntılı raporu üzerindeki değerlendirme süreci tamamlanmadan, Afganistan’a 17 bin kişilik bir kuvvet göndermeye karar verdi. Bunun Afganistan’da güvenliğin tehlikeli bir şekilde bozulması karşısında “acil bir zorunluluk” olduğunu belirtti.
Afganistan’da güvenlik durumunun giderek bozulmakta olduğu açık. ABD’nin başını çektiği uluslararası güç (İSAF) askeri alanda Taliban ve El Kaide militanlarıyla baş edemiyor. Yaklaşık 8 yıldır süren bu savaş bir türlü kazanılamıyor.
Şimdi Obama bu savaşa gerektiği sayıda asker göndermek gerektiği inancıyla harekete geçiyor. ABD’nin mevcut 37 bin kişilik gücüne, 17 bin asker daha katılmasına karar veriyor. Obama çoğu NATO’dan olmak üzere 40 ülkeye mensup 30 bin kişilik ISAF gücünün de takviye edilmesini istiyor.
Karışık
BU, sıradan bir telefon görüşmesi değildi. ABD Başkanı Barack Obama’nın önceki gün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı aramasının özel bir amacı ve anlamı vardı.
Amaç, Washington’daki yeni yönetimin Türkiye’ye verdiği önemi vurgulamak, Ankara ile çeşitli konularda işbirliği yapmak niyetini ve iradesini belirtmekti.
Obama bu mesajı Türkiye’nin bölgesel meselelerde aktif bir rol oynadığı bir zamanda vermesi de anlamlıydı.
Yeni Başkan hem Cumhurbaşkanı hem Başbakan ile bu telefon konuşmalarını, resmi bir görüşme havası içinde, içerikli ve kapsamlı bir şekilde yaptı.
Nitekim, Türkiye’nin son zamanlarda oynadığı roller ve üstlendiği liderlik konusundaki övgülerinin yanı sıra, madde madde birçok bölgesel meseleleri gündeme getirdi. Böylece Irak’tan Ortadoğu’ya, Afganistan’dan Kafkasya’ya kadar çeşitli sorunlar üzerinde ilk kez direkt bir görüş alışverişi sağlanmış oldu.
Anlaşmak mümkün
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül’ün Moskova’ya yaptığı “devlet ziyareti” sırasında, Rusya Başbakanı Vladimir Putin, Türkiye’nin “Rus dış politikasının önceliklerinden birini” oluşturduğunu belirtti. Aynı şey Türkiye için de söylenebilir: Rusya da Türk dış politikasının önceliklerinden biri...
Bu konuda iki ülkenin de görüşleri ve hedefleri örtüşüyor. Moskova’da yayımlanan 12 sayfalık deklarasyon da bunu teyit ediyor.
Bu belge, ilişkilerde “güçlü ortaklık” konseptini ortaya koyuyor. Bu ifade aslında zaman zaman abartılı olarak kullanılan “stratejik ortaklık” gibi terimlere göre, daha doğru, daha gerçekçi.
Güçlü ortaklık teriminin anlamı, Türkiye ile Rusya’nın bundan böyle, gerçek ortaklar gibi, siyasetten güvenliğe, ticaretten enerjiye, teknolojiden kültüre kadar çeşitli alanlarda sıkı işbirliği kurması, araya engeller çıktığı zaman bunları ortak bir irade ile aşmaya çalışmasıdır.
Nitekim Moskova’daki görüşmelerde, ortak deklarasyonun da ışığı altında pek çok fikir ve proje üzerinde prensip mutabakatı sağlanmış, gümrük kapılarındaki sıkıntı, ticari ilişkilerdeki dengesizlik ve benzeri sorunların çözümünü sağlayacak pratik çareler planlanmıştır.
Maddi etkenler