Bunun amacı ve pratik değeri nedir?Böyle bir çalışmayı başlatmak ihtiyacının duyulmasının nedeni, Türk-ABD ilişkilerinin son zamanlarda karşılıklı güven krizi yaratan bazı sorunlarla karşılaşmasıdır. Amerikan ve Türk diplomatları, bu güvensizliğe son vermek ve işbirliğini rayına oturtmak için, bir danışma mekanizması kurmanın yararlı olacağını düşündüler ve üzerinde mutabık kalacakları ilkeleri ve hedefleri bir belgede toplamaya karar verdiler.Aslında bu hazırlık için temel gösterilen "stratejik ortaklık" terimi, Clinton döneminde sıkça kullanılmış, ancak mart tezkeresi krizinden sonra geçerliliğini kaybetmişti. Bugün dahi ilişkileri "stratejik" olarak nitelendirmenin ne kadar doğru olduğu tartışılabilir. Gerçi Türk-ABD ilişkilerinde karşılıklı çıkar ve paylaşılan ortak değerler çoktur. Gerek Ankara gerekse Washington, günümüzün şartları içinde Türkiye'nin ABD'ye, ABD'nin de Türkiye'ye ihtiyacı olduğu inancındadır. Şimdi bir ortak vizyon belgesi hazırlamak -ve onunla ilgili danışma mekanizmasını kurmak- yönünde aldıkları karar, bu düşüncenin ve iradenin bir sonucudur... ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice'ın Ankara ziyaretinden, somut sayılabilecek bir sonuç çıktı: İki taraf,
Aslında el Maliki de, El Caferi gibi, Şii "Dava" partisine mensup. İkisi de vaktiyle Saddam rejimine karşı çıkmış ve bir süre Irak dışında (Suriye'de) yaşamıştı. El Maliki de Irak'ın toprak bütünlüğünün korumasını, anayasanın öngördüğü federal yapının pekişmesini ve ABD işgalinin de bir an önce son bulmasını istiyor.Parlamentonun ve Cumhurbaşkanı'nın El Maliki'ye bu görevi vermesi, halen bir hayli bölünmüş olan Irak toplumunun çeşitli kesimlerinin kendisine güvendiğini gösteriyor. El Maliki'den şimdi beklenen şey, bu belli başlı kesimlerin kabul edebileceği bir "temsili" hükümet kurması ve bir an önce işe koyulup ülkeyi iç barışa ve huzura kavuşturmasıdır.El Maliki'nin geniş tabanlı hükümeti kurmak için önünde bir ay var. Bağdat'taki gözlemciler koalisyonda kilit bakanlıkların (özellikle İçişleri ve Savunma bakanlıklarının) çeşitli siyasi ve etnik gruplara göre dağıtımının kolay olmayacağını belirtiyorlar. IRAK'ta seçimlerden dört ay sonra, nihayet hükümetin kurulması imkânı doğdu. Parlamentonun başbakanlığa getirdiği Cevad el Maliki'nin geniş tabanlı bir koalisyon oluşturma şansı, haftalarca boşuna uğraşan geçici Başbakan İbrahim el Caferi'ye oranla, daha yüksek görülüyor. Diğer
Bunun sayısız örneklerinden biri, Filistin'le ilgili.Filistin'in başında cumhurbaşkanı olarak seçilen Mahmud Abbas (Ebu Mazen) dış dünyanın güvendiği, ılımlı bir lider. Aynı zamanda uzun yıllar Yaser Arafat'ın önderliğini yaptığı El Fetih'in başı...Filistin hükümetini oluşturan Hamas ise, demokratik seçimlerle işbaşına geçen, radikal görüşleri ve geçmişteki şiddet eylemleriyle tanınan bir örgüt. Fiilen iktidar şimdi Hamas'ın elinde.Ancak El Fetih ile Hamas arasındaki derin görüş ayrılıkları ve Cumhurbaşkanı ile hükümet arasındaki yetki tartışmaları, son olarak Gazze ve Batı Şeria'da iç çatışmalara yol açmış bulunuyor...Mahmud Abbas şimdi "Filistinliler arası dengeleri" korumaya çalışıyor. Bir yandan içeride Hamas'ı yasalara, yetki sınırlarına saygılı olmaya diğer yandan da dışarıda İsrail'i tanımaya, şiddetten vazgeçmeye çağırıyor. Ebu Mazen aynı zamanda uluslararası camiaya Hamas hükümetini tanıması ve dış yardımları kesmemesi çağrısında bulunuyor ve İsrail'le de diyaloğunu canlı tutmaya çalışıyor... İç politikada olduğu gibi, dış siyasette de dengeyi sağlamak ne kadar zor bir iş... Abbas'ın bu "denge cambazlığı"nda, içte olduğu kadar dışta da desteğe ihtiyacı var. Halen
İKÖ Genel Sekreteri Prof. İhsanoğlu'nu Türk-Amerikan İş Konseyi'nin (TAİK) dün düzenlediği bir yemekli toplantıda dinlemek ve ayrıca onunla sohbet etmek olanağını bulduk. Halen İKÖ'nün merkezi Suudi Arabistan'da "üslenmiş" bulunan ve görevi gereği sık sık dünyayı dolaşan Prof. İhsanoğlu dün İstanbul'daki toplantıda, özellikle bölgemizin güncel sorunlarıyla ilgili kapsamlı bir sunuş yaptı ve bu arada bazı önemli mesajlar verdi. İslam Konferansı Örgütü (İKÖ), 57 üyesiyle, Birleşmiş Milletler'den sonra dünyanın en büyük ve etkili ikinci uluslararası kuruluşudur. Başında da halen değerli bir Türk bilim adamı ve aydını olan Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu bulunmaktadır. Türkiye ile ABD arasında ilişkileri geliştirmeyi amaçlayan bir kuruluşun düzenlediği toplantıda Prof. İhsanoğlu, İKÖ Genel Sekreteri olarak, ABD'nin politikaları konusunda açık konuşmaktan çekinmedi. ABD'nin Ortadoğu politikalarını "yeterli tahliller yapmadan" veya "doğru teşhisler koymadan" uyguladığını söyledi. Örnek olarak da Filistin meselesinde "İsrail yanlısı" tutumunu, "vahim bir duruma ve kaosa yol açan" Irak'ın işgalini, Bush yönetiminin "İslami terörizme karşı savaş"ta yaptığı hataları (bu arada Guantanamo ve Ebu
Son günlerde gerek Türk, gerekse Yunan basınında yer alan haberler, bu umutları sarsmış görünüyor. Bayan Bakoyani'nin son bazı demeçleri, Türkiye'de "Yunanistan'ın Türkiye politikası değişiyor veya sertleşiyor mu?" gibi soruları gündeme getiriyor.Dora'nın söylediklerinde, bu yönde kuşkulara yol açan unsurlar özetle şöyle: Papadopulos ile görüştükten sonraki demeçlerinde, yeni Yunan Dışişleri Bakanı, Annan Planı'na karşı tavır almaya başladı. Son bir söyleşisinde de, planın "tarihe karıştığını" söyledi, hatta Papadopulos'un Annan ile yaptığı görüşmede ortaya çıkan fikirlerin esas alınması gereğini savundu.Bayan Bakoyani Atina'nın temelde Türkiye'nin AB üyeliğini istediğini belirtiyor. Ancak Türkiye'nin de AB standartlarına uyması ve yükümlülüklerini yerine getirmesi şartını vurguluyor... İKİ ay önce Yunanistan'da Dora Bakoyani'nin Dışişleri Bakanlığı'na getirilmesi Türkiye'de memnunluk yaratmıştı. Gerçekten ülkemizi tanıyan ve Türklere sempatisi bulunan Dora'nın Atina ile Ankara'yı yakınlaştıracak adımlar atacağı ümit edilmişti. Ne gariptir ki, Türkiye'de Atina'nın politikasında bir değişiklik olup olmadığı sorgulanırken, Atina'da Türkiye hakkında benzer sorular ve kuşkular ifade
Gazeteye göre İngiltere'den Fransa'ya, Almanya'dan İtalya'ya, İspanya'dan Hollanda'ya kadar AB üyesi birçok ülkede son zamanlarda uluslararası terörizme karşı savaş çerçevesinde, olağanüstü güvenlik önlemleri alındı, yeni yasalar çıkarıldı, ilgili makamlara özel yetkiler verildi.Bu gelişme Batı demokrasilerinde "güvenlik ile temel özgürlükler" arasındaki hassas dengenin nasıl korunması gerektiği konusundaki tartışmaları da beraberinde getirmiş bulunuyor...Tıpkı Türkiye'de olduğu gibi...Son haftalarda tırmanan terör eylemleri, Türkiye'de de güvenlik önlemlerinin artırılması zorunluğunu gündeme getirdi. Nitekim hükümet, Terörle Mücadele Yasası'nda yaptığı bazı değişiklikleri şimdi Meclis'e getiriyor. NEW York Times gazetesinin araştırması, teröre karşı mücadele için alınan güvenlik önlemleri alanında, Türkiye'nin birçok Avrupa ülkesinin adeta "gerisinde" olduğunu gösteriyor. Yıllardan beri terör tehdidiyle karşı karşıya kalan ve bu yüzden çok insanını yitiren Türkiye'nin, şiddetin son zamanlarda tırmanması karşısında daha etkin güvenlik önlemleri alması doğal. Demokrasiye ve özgürlüklere büyük önem veren AB ülkeleri, Türkiye'ye nazaran daha "hafif" sayılabilecek bir tehditle
Birincisi: Bu başarı nasıl elde edildi?Bu olay, Türkiye'nin uluslararası platformda benzer kazanımlar sağlamasına yarayacak bir örnek oluşturması bakımından önemli.İstanbul'u Avrupa kültür başkenti olarak seçtirmek için ilk girişimler, bazı sivil toplum örgütleri ve bu alanda çalışan bilgili, deneyimli kişiler tarafından başlatılmıştır. Buna devletin, hükümetin, belediyenin yerel yönetimlerin temsilcileri katılmıştır. Bu işe gönül verenler, yaratıcı yeteneklerini kullanarak, dört başı mamur projeler üretmişlerdir.Bundan sonraki aşamada girişim grubu, AB ve diğer Avrupa kurumları nezdinde tanıtıcı, ikna edici çabalara girişmişlerdir. Bu kapsamlı lobi faaliyeti, titizlikle hazırlanan dosyalarla etkisini hissettirmiştir. İstanbul'un 2010 yılı için "Avrupa Kültür Başkenti" seçilmesinden çıkarılması gereken birkaç önemli sonuç var. İstanbul gibi olağanüstü tarihi ve kültürel zenginliklere sahip bir kenti Avrupalılara "pazarlamak" aslında çok zor bir iş değil. Ama bu egzersiz ancak iyi yapılırsa sonuç verir.İstanbul'un başlıca rakibi Kiev'e tercih edilmesinin nedeni de budur. Nitekim kararı veren seçici kurulun başkanı Sir Jeremy Isaacs bu tercihin nedenini gayet güzel açıkladı: "Sebep,
Dün çeşitli başkentlerde uzmanlar bu iki olasılığı tartışmaya başladılar. Kimine göre, İran'ın "uranyumu zenginleştirme" faaliyetine başlaması -yani Cumhurbaşkanı Ahmedinecad'ın deyişiyle "nükleer kulübe girmesi"- kötü bir haber. BM başta olmak üzere uluslararası camianın çağrılarına ve uyarılarına meydan okuyan Tahran'ın bu aşamaya girmesi, "atom bombası" üretme aşamasına girebileceğinin sinyalini veriyor...Başka bir görüşe göre ise, şimdi nükleer alanda arzuladığı sonuca ulaşan İran, BM, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) ve AB ile "daha güçlü pozisyon"da müzakereye oturacak ve muhtemelen bu krizi diyalogla halletmeye çalışacak... NÜKLEER kulübe girdiğini resmen ilan eden İran, şimdi ne yapacak? Bu başarısından aldığı cesaretle, nükleer programını askıya almasını isteyen uluslararası camiaya karşı daha sert mi davranacak? Yoksa bu başarısını uzlaşmak için bir koz olarak mı kullanacak? Bu karamsar ile iyimser görüşten hangisinin doğru çıkacağını zamanla göreceğiz. Açıkçası, "nükleer başarı"sından sonra Ahmedinecad rejiminin bu programı askıya almaya razı olacağına ihtimal vermek zor. Ancak Tahran şimdi güçlü pozisyonunu zaman kazanarak ve pazarlığı sürdürmek için kullanmak