Saatler ilerledikçe, "Professore" diye tanınan Prodi ile, "Cavalieri" (Şövalye) namıyla anılan Berlusconi'nin başında bulunduğu iki rakip cephe arasındaki oy farkı daralmaya başladı. Gece vakti bu fark bir kıl payı inceldi. Hatta bir ara Prodi'nin mecliste, buna karşılık Berlusconi'nin de senatoda -çok az bir farkla da olsa- çoğunluğu elde ettiği ortaya çıktı.Bu belirsizlik ve karışıklık -ve de heyecan- gece yarısından sonra da sürdü. Sabaha karşı Prodi oy sayım sonuçlarına bakıp Santi Apostoli Meydanı'nda toplanan taraftarlarına "kazandık" müjdesini verdi. Ona oy verenler arabalarını Roma caddelerinde kornalarını çalarak coşku içinde sürdüler. Ama gene de bir kuşku ve belirsizlik vardı...Öğle vakti Prodi bir daha gazetecilere hem mecliste hem de senatoda çoğunluğu kazandığını söyledi ve bir başbakan edasıyla konuşarak kuracağı hükümetin "tüm İtalyanları" kucaklayacağını belirtti... İTALYA'da önceki gün yerel saatle 15'ten itibaren seçim sandıkları açılıp ilk "çıkış" sonuçları ilan edildiğinde, Romano Prodi'nin Silvio Berlusconi'yi yenmek ve iktidara gelmek üzere olduğu kanısı hâkim olmuştu. O kadar ki, Prodi'nin başında bulunduğu 9 partiden oluşan merkez-sol blokun sözcüleri
Bu fikirle haftalardan beri Bağdat'ta yoğun siyasi pazarlıklar yapılıyor. Böyle bir hükümetin kurulması gerçekten kolay değil: Koalisyona hangi gruplar ve hangi şahıslar girecek? Kime hangi bakanlıklar verilecek? Hükümetin programı ne olacak? Ve, bu hükümetin başına kim geçecek?..Bu son noktada ciddi bir uyuşmazlık çıktı. ABD Dışişleri Bakanı Rice ile İngiliz meslektaşı Straw'nun hafta sonu Bağdat'ı ziyaretlerinde "Elinizi çabuk tutun, sabrımız tükeniyor" şeklindeki mesajı ise bir işe yaramadı... IRAK'ta seçimler yapılalı yaklaşık 4 ay oldu; hükümet hâlâ kurulamadı... Seçimlere katılan çoğu dinsel ve etnik kökenli siyasi grupların hiçbiri 275 sandalyeli mecliste çoğunluğu alamadığı için, tek partili bir iktidarın oluşması zaten mümkün değil. Kaldı ki, Irak'ta rejim değişikliğinden sonra, yeniden siyasal yapılanma sürecinde, çeşitli etnik ve dinsel grupları temsil eden "geniş tabanlı" bir koalisyon hükümetinin kurulması çok daha uygun olur. Seçimlerden birinci parti olarak çıkan Şii bloku, başta başbakan adayı olarak şimdiki Başbakan İbrahim Caferi'yi seçmişti. Ancak Kürt ve Sünni gruplar, Irak'ın ulusal birliğini savunan bu ılımlı Şii politikacıya karşı çıktılar. Son olarak da Şii
"Doğan Kitap" tarafından yayımlanan "Aşk ve Karanlık" adlı son eserinin tanıtımı vesilesiyle Türkiye'ye gelen (bu arada Ankara'da Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından da kabul edilen) ünlü yazarı İstanbul'da düzenlenen çeşitli toplantılarda dinlemek fırsatını bulduk.67 yaşındaki Oz, yazarlığının yanı sıra, entelektüel derinliği olan bir fikir adamı. İrticalen İngilizce yaptığı, sık sık esprilerle süslediği içerikli sunumları, sadece İsrail-Filistin uyuşmazlığı için değil, çeşitli dünya sorunları için de geçerli görüşler ve mesajlarla dolu.Amos Oz'un şöhretini kendi ülkesinin dışına taşımasının bir nedeni de, kaleme aldığı veya dile getirdiği düşünce ve duygularının evrensel özelliğidir... AMOS Oz, eserleriyle Türkiye dahil, dünyaca tanınan bir yazar ve edebiyatçı. Aynı zamanda yıllar önce başlattığı "Şimdi Barış" hareketiyle İsrail'in siyasal yaşamında etkisini hissettiren bir aktivist... Ünlü yazar, bir barış aktivisti olarak, yıllardan beri İsrail-Arap uzlaşması için mücadele veriyor. Başta, ortaya attığı görüşler ve öneriler İsrail kamuoyunun geniş kesiminde -Arap dünyasında da- yadırganıyor veya pek ciddiye alınmıyordu. Ancak zaman içinde bu fikirler destek görmeye başladı.Amos
Böyle düşünenler, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın son demeçlerini ve AKP iktidarının davranışlarını dikkate alıyorlar. Ve bundan hareketle, "Acaba bunlar, Türk dış politikasında bir değişikliğin işaretleri midir?" sorusunu gündeme getiriyorlar.Aslında bu soru son günlerde sadece yabancı çevrelerde değil, Türk siyasetçileri, eski diplomatları ve akademisyenleri arasında da tartışılıyor. Yani Türkiye'de de, şimdi hükümetin dış politikada "yeni bir yönelme" eğilimini gösterdiği izlenimi oluşmaya başladı. YABANCI diplomat ve analistlerin kafası karıştı. Birçoğu -özellikle Batılılar- Türk dış politikasında bir "sapma" olup olmadığını araştırıyor. Bir Avrupalı diplomatın deyişiyle, "Görünüşte Ankara sanki dış ilişkilerinde yalpalıyor"... Bu tür spekülasyon veya değerlendirmelere yol açan başlıca gelişmeler şöyle özetlenebilir: Başbakan Erdoğan'ın İstanbul'da toplanan Dünya Demokrasi Hareketi Kongresi'ndeki konuşmasında, Türkiye'nin AB'ye girmek konusunda "böyle bir derdi"nin ve hemen peşinden "böyle bir hastalığı"nın bulunmadığını vurgulaması, dikkat çekti. Gerçi Başbakan Türkiye'nin AB'ye katılmasının gereğine inandığını belirtti ve bunun gerçekleşmesinin AB açısından önemini anlatmak için
Dün bu soruyu İstanbul'da çalışmalarına başlayan Dünya Demokrasi Hareketi 4. Kongresi'nin kulislerinde bazı katılımcılarla tartışmak fırsatını bulduk.TESEV'in Helsinki Yurttaşlar Derneği'yle düzenlediği bu kongre, 125 ülkeden 600 önemli politikacı, diplomat, akademisyen, sendikacı ve sivil toplum temsilcilerini bir araya getirmiş bulunuyor. Terörle mücadele demokratik sistem içinde etkin biçimde yürütülebilir mi, yoksa bu savaşı kazanmak için insan hak ve özgürlüklerini kısıtlayan bazı uygulamalara başvurmak kaçınılmaz mı? Türkiye'nin dikkatlerinin özellikle Güneydoğu'daki şiddet dalgasının nedenleri ve sonuçları üzerinde toplandığı şu sırada, terörle demokrasi arasındaki ilinti sorgulanıyor: Acaba Türkiye'nin son dönemde demokratikleşme sürecinde attığı adımlar, terörün kızışmasına -PKK'nın saldırılarını kentlere kadar yaymasına- katkıda mı bulundu?.. Bugünkü yasalarla şiddeti durdurmak mümkün mü? Yeniden olağanüstü önlemler almak gerekir mi? Bu yola başvurulduğu takdirde, demokratik süreç tehlikeye düşer mi?İstanbul'daki uluslararası demokrasi kongresinde yaptığımız söyleşilerin ışığında ortaya çıkan temel görüşleri şöyle özetleyebiliriz: Terörün tırmanmasının "kabahatini"
Bunun nedeni, başta ele alınacak "fasıl"a siyasi şartlar konmak istenmesi. "Eğitim ve Kültür" faslı, en kolay açılıp kapanacak dosya olduğu için, müzakerelerin ilk sırasına alınmıştı. Meğer bu "kolay" iş, ne kadar da "zor"muş!..Başta Fransa olmak üzere, bazı üye ülkeler, bu dosyanın görüşülmesi sırasında, mutlaka "Kopenhag kriterleri"nin göz önünde tutulmasını -bu arada Kürtçe eğitim ve Heybeliada Ruhban Okulu "sorunları"nın da gündeme getirilmesini- istiyor. Türkiye buna itiraz ediyor. Haftalardır AB'nin çeşitli organlarında bu konu tartışılıyor. Önceki gün AB ülkelerinin daimi temsilcileri (COREPER) Brüksel'de toplandı, ama anlaşmazlığı halledemedi. Şimdi temsilciler tıkanıklığı gidermek için önümüzdeki perşembe tekrar bir araya gelecekler.Brüksel'deki gözlemciler, halen üzerinde çalışılan bir formülle bu "basit", fakat "zor" meselenin noktalanacağını tahmin ediyorlar. Ankara'da resmi ağızlar haftalar önce, AB ile üyelik müzakerelerinin "fiilen" mart ayında başlayabileceğini beyan etmişlerdi... Mart ayı bitti; ama şu anda görüşmelerin ne zaman başlayacağı belli değil. Diplomaside çare tükenmez! Müzakerelerin "fiilen" başlamasını geciktiren bu pürüz de sonunda bertaraf edilecek.
Buna benzer bir soru, iki ay önce Filistin'de yapılan seçimlerin sonucu hakkında sorulmuş, Hamas'ın beklenmedik zaferinin uzlaşma yolunu tıkadığı görüşü ağırlık kazanmıştı.İsrail'deki seçim sonucunun barışçı bir çözümü nasıl etkileyeceğine ilişkin sorunun yanıtını vermek daha zor. Seçimden birinci parti olarak çıkan Kadima, dün Ehud Olmert'in de açıkladığı gibi, iki seçenek üzerinde duruyor: Ya Filistin yönetimiyle müzakerelere oturulacak, veya İsrail kendi bildiği yoldan gidecek... Herhalde Olmert'in kuracağı yeni koalisyon hükümetinin politikası da bu olacak. İSRAİL'deki seçimlerin sonucu, İsrail-Filistin anlaşmazlığının çözümünü kolaylaştırır mı, zorlaştırır mı? Seçim sonucunun analizleri, İsrail toplumunda ve siyasi çevrelerinde, önemli bir değişimin yer aldığını gösteriyor.İsraillilerin geniş bir kesimi, Araplarla uzlaşmaya ve özellikle toprak tavizi vermeye karşı çıkan partilere artık itibar etmediğini ortaya koydu. Yeni bir programla kurulan Kadima'nın birinciliği kapması, az farkla ikinciliğe yükselen uzlaşma yanlısı İşçi Partisi"nin hatırı sayılır bir oy patlaması gerçekleştirmesi, buna karşılık yıllardan beri İsrail siyasetinde ağırlığını hissettiren sağcı Likud'un
Bunun gerçekleşmesi için de, propagandadan siyasi baskıya ve askeri işgale kadar çeşitli yöntemler uygulanıyor. Sonuçta bazı ülkelerde rejimler değişiyor, demokrasinin temel şartı olan çok partili sisteme geçiliyor, seçimler yapılıyor, yeni anayasalar hazırlanıyor, yeni yöneticiler işbaşına geçiyor, vesaire...Ancak demokrasinin savunuculuğunu hararetle yapan Batılılar, her zaman bu sistemi benimseyen veya yaşama geçirmeye çalışan ülkelerde karşılaştıkları sürprizlerden hoşlanmıyorlar. Aslında onlar bu ülkelerde kurulacak demokrasinin "Batı modeli"ne uygun olmasını ve yeni yöneticilerin de Batı dünyasının politikalarına karşı çıkmamasını istiyorlar.Ne var ki bu beklentiler her zaman gerçekleşmiyor. Bu yüzden, demokrasi savunucusu Batılılar, hoşlanmadıkları sonuçlar karşısında, bir açmaza düşüyorlar... Günümüzde ABD başta olmak üzere Batılıların en büyük tutkusu demokrasinin bütün dünya ülkelerine yayılmasıdır. Son zamanlarda bunun çeşitli örnekleri görüldü.Bunlardan biri Afganistan'la ilgili. Bu ülkede Taliban rejimini askeri müdahaleyle deviren koalisyon güçleri, demokrasinin kurulması için büyük çaba harcadı. Afganistan için bir şans olan Hamid Karzai gibi bir liderin de enerjik