BM, AB, Rusya, hatta Çin yeni İran liderinin sözlerini derhal kınadılar. En ilginci, Filistin yönetimi başkanı Mahmud Abbas buna tepki göstererek, "Önemli olan İsrail'in haritadan silinmesi değil, haritada bağımsız bir Filistin devletinin yer almasıdır" şeklinde konuştu. Ahmedinecad'ın sözlerinin İran'ın "reformcu" kesiminde de pek onaylanmadığı görülüyor. Örneğin eski cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi, "İran için ekonomik ve siyasal sorunlar yaratacak sözlerin söylenmemesi gerektiğini" belirtti...* * *Peki, Ahmedinecad neden böyle konuştu? Kime ne mesaj vermek istedi?Bizde ve dışarıda İran'ı yakından izleyen çevrelerin değerlendirmelerinde şu tespitler öne çıkıyor:İç faktör:50 yaşındaki Ahmedinecad, Ayetullah Humeyni'nin çizgisinde olan bir devrimci. Haziran seçimlerinde reformcuların desteklediği eski başkan Haşimi Rafsancani'yi yendiği zaman, İran'ın iç ve dış politikalarının "katılaşacağı" tahmin edilmişti. Ahmedinecad "devrimin ruhunu" yeniden canlandırmak, reformcu akımlara "kapılan" gençleri yeniden "Humeynici" çizgiye çekmek istiyor. "Kudüs Günü" ona ulusal bir heyecan yaratmak fırsatını verdi...Dış faktör:Ahmedinecad Filistin davasını "sahiplenerek" ve düşman saydığı İsrail'i
Tabii bu arada "yurtta ve cihanda" çok şey değişti. Bugünün dünyası, 1920'lerinkinden çok farklı. Yeni siyasal güçler ve dengeler ortaya çıktı, teknolojik devrim ve küreselleşme, uluslararası ilişkilere damgasını vurdu. Milliyetçilik akımları, etnik ve dinsel çatışmalar, siyasal gerginlikler özellikle Türkiye'nin içinde bulunduğu coğrafyada yoğunlaştı. Bu arada Türkiye'nin gündemine yeni dış sorunlar da eklendi...Seksen küsur yıl içinde dünyada büyük değişikliklerin meydana gelmesi doğal. Öyle olunca tabii ki dış politikada da yeni düzenlemelerin yapılması kaçınılmaz.Günümüzde de yeni durumlar karşısında uygulanan farklı yöntemlerden ve taktiklerden söz edilebilir, bunların doğruluğu ve ulusal çıkarlara uygunluğu tartışılabilir, tartışılıyor da... Ancak şu nokta mühim: Cumhuriyet'in kuruluşunda belirlenen bazı hedefler ve kriterler 82 yıl boyunca dış politikanın temelini oluşturdu. Dolayısı ile Ankara dünyada değişen şartlara uygun stratejiler geliştirirken dahi, bu temel parametreler güncelliğini korudu...* * *Nedir bu hedef ve prensipler? Özetle:Barış ve dostluk:"Yedi düvele karşı" savaşan yeni bir devletin, eski düşmanları dahil, bütün dünya ile barışması, kin veya intikam
Talat'ın bu temaslarından hemen somut sonuçlar beklemek, fazla iyimserlik olur. Ama bu gezinin iki önemli yönü var: Birincisi, Kıbrıs Türk liderinin Washington'a davet edilmesi, ABD'nin adadaki Türk varlığını dikkate aldığını ve daha dengeli bir tavır takındığını gösteriyor. İkincisi, Talat bu vesile ile ABD yönetimine Türk tarafının görüşlerini direkt olarak iletmek ve Washington'da Türk tarafının tutumunun da dikkate alınmasını sağlamak olanağını bulacak...* * *TÜRK tarafının asıl AB'den de beklentileri var.Cumhurbaşkanı Talat, "ARI Hareketi"nin İngilizce yayımladığı "Turkish Policy Quarterly" dergisinin yeni sayısındaki makalesinde bu beklentileri açıklıyor. Talat'ın belirttiği gibi, AB daha önce verilen sözlerin aksine, Kıbrıs'ın üyeliğini henüz çözüm olmadan kabul etmekle, uzlaşma şanslarını zayıflatmıştır. Şimdi Türk tarafı AB'den en azından şunları bekliyor: Türklerin izolasyonuna son verme sözünü yerine getirmesi, sadece Rumların istek ve görüşleri doğrultusunda (yani "taraflı") hareket etmemesi, "iki halka ait iki bölgeli federal devlet" esasına dayalı bir çözüm için ağırlığını ortaya koyması...AB'nin bu beklentileri yerine getirmesi şansı var mı?Açıkçası Birliğin şimdiye
İleri demokrasilerin -genelde Batılı ülkelerin- böyle bir derdi yok. Sorun daha çok gelişme halindeki ülkelerde -yani genelde bizim bölgemizde- kendini belli ediyor.Neden?1) Bu ülkelerin bir kısmının başında diktatörler veya otoriter rejimler var. Onlar için önemli olan kurdukları düzenin devamıdır. Yani bu ülkelerde istikrar var, ama demokrasi ya hiç yok, veya çok az var...2) Bazı ülkeler çeşitli etnik ve dinsel gruplardan oluşuyor. Bunlar henüz ulus-devlet yapısını tam oturtabilmiş değil. Son dönemde bu ülkelerde bir demokrasi motivasyonu veya baskısı başlamış bulunuyor. Ancak demokratikleşme çabaları, hassas bünyeyi sarsıyor, sonunda düzen ve istikrar tehlikeye giriyor...* * *BÖLGEMİZDEKİ tablo ana hatları ile böyle. Türkiye, demokrasi ile istikrarı (son yarım yüzyıldaki birkaç kesinti dışında) birlikte yaşatabilen ender ülkelerden biri...Mısır ve Ürdün demokrasi deneyiminin henüz ilk aşamalarında. Düzenin ve istikrarın bozulması kaygısı, Kahire ve Amman'daki yönetimleri demokrasi dozajını "damla damla" kullanmaya sevk ediyor...Aynı kaygı demokraside birkaç adım ileride olan Lübnan için de söz konusu. Nitekim Hariri olayı, demokrasi-istikrar dengesinin ne kadar kırılgan
İlk bakışta çocuklara sorulan "Anneni mi, babanı mı daha çok seversin?" cinsinden bir soru bu...Sorunun mantıklı yanıtı "ikisi de" şeklindedir.En iyisi, istikrar ile demokrasi arasında bir tercih yapma durumunda kalmamaktır.Demokrasiyi istikrarla birlikte yaşatan pek çok ülke var.Sorun, istikrarı otoriter sistemle sürdürmeye alışmış, siyasal özgürlükten nasibini -tam veya hiç- alamamış ülkeler için söz konusu.Bu ülkelerde ya despot rejimler istikrarı korumak adına değişimin ve özgürlüğün yolunu tıkıyorlar; veya buralarda bir şekilde demokrasi rüzgârları esiyorsa toplumsal sürtüşmelerin ve kargaşanın önüne geçilemiyor...* * *İSTİKRAR-demokrasi ilintisi, halen siyaset dünyasında çok tartışılan bir konu.Başkan George W. Bush'un demokrasi havariliğine soyunduğu günden beri de bu sorun Kuzey Afrika'dan Ortadoğu'ya ve Orta Asya'ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada, gündeme iyice oturmuş durumda.ABD liderinin "herkese demokrasi" doktrinini savunurken ve bu uğurda tek yanlı zorlayıcı eylemlere, hatta askeri operasyonlara girişirken, "ulvi idealler"in dışında bir takım "ulusal çıkar hesapları" ile hareket ettiği kuşkusuz.Bunun en canlı örneği Irak'tır. Bush yönetimi, başka başka gerekçeler
BM Güvenlik Konseyi'nin bugünkü toplantısı herhalde bunun ilk işaretini verecek.* * *ULUSLARARASI camianın Şam yönetimini sıkıştırmaya yönelik girişimleri, son dönemde Suriye ile ilişkilerini geliştirmeye özen gösteren Ankara'yı zor duruma düşürecek bir gelişmedir.İki ülke arasında son 2 yılda ilişkilerde bir hayli mesafe kat edildi. Özellikle ABD'nin Beşar Esad rejimi üzerindeki baskılarını yoğunlaştırdığı aşamada bile, Türkiye Şam ile yakınlaşmasına hız verdi. Ankara-Şam ilişkilerindeki hızlı gelişme, özellikle Şam'ı tecrit etme çabalarını sürdüren ABD'de rahatsızlık yarattı ve o yönden gelen tepkiler Ankara'yı işi daha ağırdan almaya zorladı. Nitekim son üç ayda Türkiye, Suriye'ye karşı daha mesafeli davrandı: Örneğin Beşar Esad'ın Türkiye'ye "tatil" vesileyle yapmayı düşündüğü ziyaret suya düştü. BM Genel Kurulu toplantıları sırasında Başbakan Erdoğan'ın Başkan Esad ile görüşmesi de gerçekleşmedi...* * *ŞİMDİ BM'nin de devreye girmesi ile Suriye'ye yönelik başlayan yeni süreçte, Türk diplomasisi bir yandan Şam ile ilişkilerini geliştirmeye devam etme arzusu, öte yandan da uluslararası konjonktüre uyum sağlama zorunluğu arasında, bir hayli sıkıntı çekecek.Eğer Suriye
Gerçi raporda Cumhurbaşkanı Beşar Esad'ın ismi geçmiyor. Ama kayınbiraderi Assef Şevket'in başında bulunduğu istihbarat servisinin ve Lübnan'daki Suriye güvenlik birimlerinin bu suikasta karıştığı, bu arada Dışişleri Bakanı Faruk el Şara'nın da soruşturmayı yürütenlere "Yalan söylediği" belirtiliyor.Tabii, gene bekleneceği gibi, Şam'da resmi ağızlar bu iddiaları reddediyor ve 4 aylık çalışmaları sırasında 400 kişiyle görüşen ve binlerce sayfalık belge toplayan BM soruşturmacılarını konuyu "politize" etmekle suçluyorlar.* * *Tartışmalı da olsa, bu rapor BM'nin -ve özellikle ABD'nin- Suriye'ye karşı bundan sonraki davranışlarına zemin oluşturacak.Önümüzdeki salı günü Güvenlik Konseyi toplanıp raporu görüşecek. ABD'nin bu rapora dayanarak konseyden Suriye'ye karşı bir karar çıkartmaya çalışması bekleniyor. Amerikan diplomasisi bu konuda Fransa dahil, bazı konsey üyelerinin desteğini de sağlamış görünüyor.Mesele şudur: ABD sadece raporun içeriğini benimseyen ve belki de bu nedenle suikastın "sorumlularını" kınayan bir karar çıkartmakla yetinecek mi? Yoksa daha ileriye gidip, örneğin Suriye'ye karşı "yaptırım" uygulanmasını isteyecek mi? Eğer bir "ambargo" söz konusu ise, diğer üyeler
Yargı için esas mesele, Saddam'ın dün birincisi ele alınan bir düzine davada "suçlu" olup olmadığını belirlemektir. Ancak gerek uluslararası hukuk uzmanları, gerekse Irak halkı açısından asıl tartışılması gereken konu, mahkemenin ve Irak'taki yeni sistemin "meşruiyeti"dir.Irak'ta resmi ağızlar, Saddam ve eski rejim mensuplarını yargılayacak mahkemenin meşru olduğunu, bu ulusal mahkemenin Irak yasalarına göre devrik diktatörün ve arkadaşlarının işlediği suçlar için, adil bir şekilde yargılanacağını söylüyorlar.Irak halkının bir kesimi bunu öyle kabul ediyor. Özellikle çeyrek yüzyıllık Saddam yönetiminde baskı altında kalan, işkenceye tabi tutulan, yakınları öldürülen Iraklılar (ki bunların çoğu Şiiler ve Kürtlerdir) Saddam'ın suçlu sandalyesine oturtulmasından büyük memnunluk duyuyorlar. Yönetim mensupları amacın intikam almak olmadığını söylüyorlar, ama pek çok Iraklı, Saddam ve arkadaşlarının şimdi adaletin önünde hesap vermek ve yaptıklarının cezasını çekmek zorunda bırakılmasını çok yerinde buluyorlar...* * *BUNA karşılık bu mahkemeyi bir "şov" olarak görenler ve bunun adaletin yerine getirilmesi ile ilgisi olmadığını söyleyenler de var. Böyle düşünenler sadece Saddam'a hâlâ