Sami Kohen

Sami Kohen

skohen@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Sami KOHEN

AVRUPA Birliği'nin "genişleme süreci"ni dün resmen başlatan Brüksel'deki törenini TV'den izlerken "Türkiye'yi de diğer 11 adayın arasına alsalardı ne olurdu sanki?" diye düşünmekten kendimi alamadım.
Lüksemburg Zirvesi'ndeki talihsiz kararla noktalanan tartışmaları yeniden gündeme getirecek değiliz tabii. Bu kararın objektif ve sübjektif nedenlerini biz de biliyoruz, onlar da...
Ama dünkü törende de belirtildiği gibi, üyeliğe giden uzun yolda, adaylar iki grup halinde bu yolculuğu yapacak. İlk grupta AB'nin standartlarına hızla ayak uydurabilecek, gelişmiş 6 ülke yer alıyor. Bu adaylarla "müzakere süreci" bugün başlıyor. Ne zaman biteceği, kimin hangi tarihte üye olarak AB'ye gireceği belli değil. Herhalükarda, hiçbiri için bunun 2002 veya 2003'ten önce gerçekleşmesi söz konusu değil...
İkinci gruptaki diğer 5 aday için ise, müzakere sürecinin ne zaman başlayacağı, bu görüşmelerin ne kadar süreceği de meçhul. Dönem Başkanı İngiltere Dışişleri Bakanı Robin Cook'un açıklamasına göre, bu gruptakilerden AB kıstaslarına tam uymayanlar bekletilecek, hatta adaylıkları askıya alınacak.
"İkinci halka"daki ülkelerin çoğu, henüz AB standartlarından çok uzakta. Bazısının sadece ekonomisi değil, demokrasi ve insan hakları sicili de pek parlak değil...
* * *
NE yazık ki, AB adaylık şartı olarak kendi standartlarını öne sürerken, Türkiye konusunda "çifte standart" uyguladı. Yanlış yaptı, haksızlık etti...
AB dünkü "start"a, Türkiye'yi de dahil etseydi, ne kaybederdi? Adaylıktan üyeliğe geçiş yolu bu kadar uzun - ve de sıkı kontrollü - olduğuna göre, Türkiye'nin, diğerleri gibi, belirlenen standartlara ne kadar uyduğuna bakılır, gereği o zaman yerine getirilebilirdi.
Dünkü törende, AB'nin genişleme sürecinin başlatılması ile, Avrupa'nın bölünmüşlüğünün son bulmakta olduğu belirtildi. Belki bu yönde bir adım atılıyor, ama diğer yandan Türkiye'nin yeni Avrupa coğrafyasının dışında tutulması ve bölünmüş Kıbrıs'ın sadece bir kesimi ile masaya oturması ile bunun tam tersi yapılmış oluyor...
* * *
KUŞKUSUZ AB'nin dün başlayan genişleme sürecinde Türkiye'nin yer almamasında, kendi kabahatleri de var. Daha da gerilere gidersek, eğer Ankara 1970'lerde üyelik için gerekli çabaları gösterseydi, bugün değil genişleme sürecinin içinde, hatta diğer adaylar için karar veren Birlik üyeleri arasında yer almış olabilirdi. Keza son yıllarda Türkiye "Avrupalılaşma" hedefinin gerektirdiği politikaları uygulasaydı, şimdi onun adaylığına karşı çıkanların koz olarak kullandığı gerekçeleri ellerinden almış olacaktı...
Ama şimdi olan oldu artık. AB treni kalktı ve Türkiye ne yazık ki, yaya kaldı...
Bu noktada her şeyden önce bir "stratejik karar" almak gerekiyor: Toparlanıp hızla bu trene yetişmek mi, yoksa bu yoldan vazgeçmek mi?..
Bir üçüncü şık da düşünenler olabilir: Oturup beklemek...
Kenara çekilip AB'nin
- velev ki kararının yanlış olduğunu farketsin - Türkiye'yi trene bindirmek için, bir U - dönüşü yapacağını ummak, hayacilik olur. Olsa olsa, AB, Türkiye'ye daha hızlı koşması için elini uzatabilir...
Diğer bir deyişle, "hareketsizlik", Türkiye'yi AB'ye yakınlaştıracak bir yol olamaz.
O halde, yukarda belirttiğimiz iki şıktan birini seçmek ve ona göre hareket etmek gerek. Küserek bu yoldan vazgeçmek, en azından eşit değerde yararlı ve gerçekçi alternatiflerin varlığı tespit edilmedikçe, akılcı bir davranış olmaz. Üstelik, AB sadece ekonomik bir hedef değil, Türkiye'nin çok eskiden beri siyasal ve sosyal boyutları ile birlikte önemsediği ve öncelik verdiği bir vizyondur.
Bundan vazgeçilmedikçe, AB yolunu zorlamaktan başka çare yoktur. Bu da, Türkiye'nin bir yandan kendi evini hızla düzene sokması, diğer yandan da AB nezdinde yeni girişimlerde bulunması ile mümkündür...
AB'nin diğer hatası olan Kıbrıs Rum yönetimi ile masaya oturmaya gelince, bunun hem kendisi, hem Kıbrıs sorunu, hem de AB yetkililerinin ağızlarından düşürmediği "barış ve istikrar" açısından ne gibi sonuçlar yaratacağını da yarın inceleyeceğiz.


Yazara Email S.Kohen@milliyet.com.tr