Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un “Kürt açılımı”na ilişkin sözleri gündemin başına oturdu.
Bu açılıma şiddetle karşı olan MHP kaynakları Başbuğ’un sözlerinin “bu işe son noktayı koyduğunu” savunuyorlar. Söz konusu açılıma ve kronikleşmiş olan bu sorunun çözümüne katkıda bulunmama eğilimi ağır basan CHP de, Genelkurmay Başkanı’nın arkasına sığınıyor.
Bu konuyu dün bir yabancı diplomat arkadaşla konuşuyorduk. “Size Kürt açılımı değil, her şeyden önce bir sivil açılımı gerekiyor” dedi. Haklı da bulduk. Askerin Türkiye’yi ilgilendiren meselelerde görüşünü bildirmesi tabii ki doğal. Bu, Batı açısından da o kadar garip değil.
ABD’nin Irak işgali öncesinde ve sonrasında üst düzey askeri yetkililer de konuyla ilgili görüşlerini bildirmişlerdi. İfade edilen görüşler de tüm görüşlerle birlikte bir yana not edilmişti.
Batılıların Türkiye’de garip buldukları, asker konuştu mu, sivil kanadın “elektriklenmesi” ve “Son söz söylendi” havasına girmesi. Bu arada, söylenenin satır aralarından herkesin kendisine göre bir anlam çıkarması.
Başbuğ’un konuşmasından sonra da olan budur. Örneğin, bir kesime göre, Genelkurmay Başkanı, “MGK bildirisini tekzip etti.” Ancak MGK bildirileri
Rasmussen, “Türkiye’nin Afganistan’a muharip güç sağlaması, bunun dinle değil, terörizmle mücadele olduğu gerçeğinin altını çizer. Kıbrıs sorunu yüzünden, sadece Afganistan’da değil, Balkanlar’da da düzenlemelerde sorunlar yaşıyoruz” dedi
Adaylığı Türkiye’de tartışmalara neden olan ve Başbakan Erdoğan’ın itirazı ile karşı karşıya kalan NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen yarın Ankara’da olacak. Bu, Rasmussen’in, ay başında işine başlamasından bu yana gerçekleştireceği ilk ziyaretlerden biri olacak. Bu da, kendi ifadesiyle, Türkiye’ye atfettiği önemi ortaya koyuyor.
Erdoğan ile bir iftar yemeği de yiyecek olan Rasmussen, adaylığı sırasında yaşananlardan dolayı herhangi bir kırgınlık duymuyor. Aksine, Genel Sekreterliği’ne açıkça karşı çıkan ve sonunda bazı koşullarla ikna edilen Erdoğan ile son derece dostane ve samimi ilişkileri olduğunu vurguluyor.
Ankara’nın kendisine dönük vetosunu kaldırması için yapılan pazarlığın ayrıntısına girmeyen Rasmussen, buna rağmen Türkiye’nin NATO’nun sivil ve askeri kanatlarında üst düzey görevler istediğini doğruluyor.
Bunun meşru bir talep olduğunu, diğer müttefikleri bu konuda ikna etmek için elinden geleni yapacağını belirtiyor.
Brü
ABD’de bir federal temyiz mahkemesinin geçen hafta aldığı karar, Ermeni soykırımı meselesinin hukuki boyutu açısından kalıcı sonuçlara yol açacaktır. İç gündemin aşırı yüklü olması nedeniyle, kamuoyumuzun dikkatini çekmemiş olsa bile konu önemlidir.
Her şeyden önce söz konusu karar, Ermenistan ile uzlaşmanın önünde engel gibi görünen Amerika’daki Ermeni lobisine ciddi bir darbedir. Bunun lobi için, Başkan Obama’nın 24 Nisan’da “soykırım” kelimesini kullanmamasından sonra ikinci ciddi darbe olduğu söylenebilir.
Zira karar, “soykırıma uğrayan ailelerine sattıkları hayat sigortasının şartlarını yerine getirmemekle” suçladıkları sigorta şirketlerine dava açan Ermenilerin önünü kapıyor.
Fakat daha önemlisi, “Ermeni soykırımı” kavramını hukuki bir çerçeveye oturtuyor.
Bundan birkaç yıl önce açılan bir dava sonucunda New York Life adlı sigorta şirketi Ermenilere 20 milyon dolar ödemişti. Bir başka davadaysa, Türkiye’de de şubeleri bulunan AXA şirketi 17 milyon dolar ödemişti. Şu anda görülmeyi bekleyen benzeri başka davalar var.
Dış politika yürütmenin ihlali
Bu davaların Türkiye için önemi, “Ermeni soykırımı” kavramının bu yoldan Amerikan mevzuatına giriyor olmasıydı. Ancak
ABD’nin Irak’a girmesi ve kalması ne denli sorunlu olduysa, çıkması da o denli sorunlu olacağa benziyor. Amerikan ordusunun Irak’tan çekilme sürecini lehlerine çevirmeye çalışanların yarattıkları dehşet bunu gösteriyor.
Bu arada, ABD’nin çekilmeye başlamasıyla Irak’ın bölünmesi olasılığı azalmıyor, aksine artıyor. En azından son gelişmeler öyle bir görüntü veriyor. Birileri bir Şii-Sünni çatışmasını körüklerken, merkezi hükümetle Bölgesel Kürt Yönetimi (BKY) arasındaki gerginlik de bir Arap-Kürt çatışması olasılığını gündemde tutuyor.
Başkan Obama burada ciddi bir açmazla karşı karşıya bulunuyor. Bir yandan seçim kampanyası sırasındaki sözünü tutup “çocukları eve getirmesi” gerekirken, diğer yandan, Irak’ın kaosa sürüklenmesini engellemesi gerekiyor. Bu çerçevede bazı yeni seçeneklerin gündeme gelmeye başladığını görüyoruz.
Örneğin, Irak’taki Amerikan birliklerinin komutanı General Ray Odierno, ABD güçlerinin, Kuzey Irak’ın statüsü tartışmalı bölgelerinde, Irak ordusu -fakat daha da önemlisi- Peşmergelerle birlikte devriye gezmesini önerdi. Bu da ilk etapta her an patlamaya hazır olan Kerkük’ü akla getiriyor.
Türkiye’den Irak’a bakış
Kerkük’ün statüsü konusunda Bağdat ile
‘Kürt açılımı”nı en yakından izleyenlerin başında şehit ailelerinin gelmesi son derece doğal. Ateş düştüğü yeri yakar. Bu nedenle, şehit ailelerinin bu açılıma karşı olmalarında anlaşılmayacak bir şey yok.
İster terörizm, ister etnik çatışma, isterse topyekûn savaş olsun, arkasında her zaman acı, kin ve intikam duyguları bırakır. Fakat zaman da bu duygulara karşı bir tür ilaçtır. Yeni nesillerin ortaya çıkması yeni düşünce kalıplarını da gündeme getiriyor.
Bu da “empati” denen olgunun, yani “karşı tarafın yaşadığını hissederek anlama duygusunun” yeşermesi için ortam sağlıyor. Son dönemde Kıbrıs’ta bunu benzer bazı gelişmelerin yaşandığını görüyoruz.
Tiyatrocu Atilla Olgaç’ın “Rum esiri öldürdüm” itirafıyla başlayan süreç, 1974 harekâtı sırasında foto muhabir olan Ergin Konuksever’in resimlerini çektiği Rum esirlerin kemiklerinin bir kuyuda bulunmasıyla yeni bir boyut kazandı.
İlk kez Rum tarafı da...
Ardından bu kez Rum tarafından itiraflar gelmeye, esir alınan Türkleri nasıl öldürdüklerini anlatanlar ortaya çıkmaya başladı. Bu gelişme vicdanların Güney’de de pek rahat olmadığını gösterdi.
Başbakan Erdoğan’ın dört bakanıyla birlikte önceki gün Büyükada’da “gayrimüslim” azınlık liderleriyle gerçekleştirdiği buluşma, gözleri, Kürt açılımı nedeniyle zaten ilgi toplayan Türkiye’ye daha da çevirecektir.
Bu buluşmayı “atlamayan” Batı basını, bu gelişmeyi önümüzdeki günlerde çok daha geniş bir şekilde işleyip yorumlayacaktır. Nedeni ise dışarıda Türkiye’de “bir şeylerin değişmekte olduğu” inancının giderek yayılıyor olması.
Olumsuz anlamdaki “Türkler asla değişmez” görüşünün bir ön yargı içerdiğini görenler de, Türkiye hakkında daha bilgili olmaya çalışıyorlar. Çeşitli ABD Kongresi üyelerine bağlı genç bir araştırmacı grupla geçen hafta yaptığımız görüşmede de buna tanık olduk.
Bu kişilerin hem Osmanlı hem de Cumhuriyet tarihimiz konusunda, geçmişte Türkiye’ye gelen meslektaşlarına oranla daha bilgili olmaları dikkatimizi çekti.
Cumhuriyetçi kanattan bir araştırmacı, “Artan bir ilgiyle Osmanlı tarihi okuyorum. Bu konuda bu kadar kitap olduğunu, bunların da günden güne arttığını bilmiyordum” diye konuştu.
‘Büyükada’dan netice çıkmalı’
Devrim Sevimay’ın başarılı “Türkiye Kendi Modelini Arıyor” dizisi, “Kürt sorunu”na geniş açılardan bakmaya başladığımızı gösterdi. Temeli dini veya etnik farklılıklara dayanan bu gibi sorunlar insanları, eninde sonunda, büyük görüntüye göre konuşmaya zorlar.
“Zorlar” diyoruz çünkü bu hallerde rasyonel bakış açısı kendiliğinden ortaya çıkmaz. “Aklıselimin” çoğu kez kanlı olan zorlu bir süreç sonunda ortaya çıktığı görülür. İngiliz dostlarımız, Kuzey İrlanda’yı kastederek, sık sık, “Biz başardık siz de başarabilirsiniz” diyorlar bize.
Yanıtımız ise hep aynı oluyor: “Kuzey İrlanda’da rasyonel çözüm neredeyse 40 yıl boyunca akan kandan sonra geldi. Umarım siyasetçilerimiz sizinkilerden daha bilge çıkıp o kadar beklemezler.”
‘PKK olmazdı’
Bizde üzerinde pek durulmaz ama bir de “İskoç modeli” var. Bugün “Cesur Yüreklerin” partisi olan ve İskoçya için “tam bağımsızlık” isteyen Milliyetçi İskoçya Partisi (SNP), tek başına, yerel parlamentonun en büyük partisidir. Ancak 129 sandalyeden sadece 47’sine sahiptir.
Başta İskoçya İşçi Partisi olmak üzere, salt çoğunluğu oluşturan diğer yerel partiler ve siyasetçiler ise Britanya’dan ayrılmanın İskoçya için felaket olacağına
“Kürt açılımı” bir muamma şeklinde ilerliyor. Ne içerdiği tam olarak bilinmemekle birlikte, bu “açılım,” doğası itibariyle, Türkiye’de en çok tartışılan konu oldu. Devrim Sevimay’ın yaptığı ve akla gelen hemen herkesi konuşturduğu, “Türkiye Kendi Modelini Arıyor” dizisi ise, bu açıdan konjonktürü iyi yakalayan önemli bir gazetecilik olayıdır.
Türkiye’de bu tür konular söz konusu olduğunda, eskilerin ifadesiyle, “müesses düzenin temsilcileri”, bakış açılarının “monokrom,” yani “siyah-beyaz” olmasını isterler. Ara tonlara ve farklı renklere girenler ise ya “entel-dantel,” ya “12 kötü adam” ya da “başkalarının maşası” olurlar.
Fakat 70 milyonluk Türkiye’yi bu basit şablona oturtmak mümkün değil artık. Geçmişte insanlar, malum nedenlerle, bu konularda fikirlerini kendilerine saklamayı tercih ederlerdi. Oysa Sevimay’ın dizisi, her şeyi konuşan bir toplum haline geldiğimizi ortaya koyuyor. Bu çerçevede, dizide dikkatimizi özellikle çeken bazı görüşlere işaret etmek istiyoruz.
Eski MİT Müsteşarı’nın cesur sözleri
Yaşayan en önemli tarihçilerimizden olan Prof. Kemal Karpat bakın ne diyor:
“Öcalan’la gayri resmi müzakere faydalıdır. Benim kanımca Öcalan tüm konuları iyi bilen ve