DYH’den 4.8 milyar liralık teminat istenmesiyle yeni bir boyut kazanan “vergi cezası” konusu, dışarıda artan bir ilgiyle izleniyor. Hükümete yakın çevrelerin iddia ettiği gibi, Doğan grubu mensuplarının sözde yürüttükleri yoğun lobi faaliyetleri nedeniyle de değil. Olayın içerdiği vahamet bu ilgiyi kendiliğinden körüklüyor.
Yerli ve yabancı iş adamlarının başlıca haber kaynaklarından olan “Bloomberg.com”un yorumcusu Celestine Bohlen, salı günü yayımlanan yorumunun daha ilk cümlesinde buna şu şekilde işaret etmişti: “İş âleminin herhangi bir lideri 2.5 milyar dolarlık bir vergi cezası karşısında korkudan titrerdi. Cezalar bu boyuta vardığında, basit bir vergi suçunun çok ötesinde bir şeylerin döndüğünü güvenle iddia edebilirsiniz.”
Bu sözler konuyu izleyen yabancı diplomatlar, yatırımcılar ve Türkiye gözlemcilerinin düşüncelerini özetliyor. Bir medya kuruluşuna karşı vergi mevzuatı yoluyla savaş açıldığına dair izlenim yayılıyor. Bu da kaçınılmaz olarak basın özgürlüğü konusunu ön plana çıkarıyor.
Otomatik olarak değiniliyor
Türkiye bu vergi cezası yüzünden tekrar basın özgürlüğü konusunda uyarılan ülke konumuna gelmiştir. Üstelik de sadece yorumcular tarafından değil.
Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın “1500 Suriye uyruklu PKK’lıyı affedebiliriz” açıklamasını “olumlu” buluyor. Şam’ın bu PKK’lıları affetmesinin, Türkiye’nin PKK’ya karşı mücadelesini de olumlu etkileyeceğini belirtiyor.
Bu sözlerin Suriye’deki Kürtler tarafından not edildiğini tahmin etmek güç değil. Zira
Türkiye’deki “Kürt açılımı” Suriye’deki Kürtler tarafından da büyük bir ilgiyle izleniyor. Suriyeli yetkililerin bu açılımı “memnuniyetle” karşılayıp karşılamadıkları ise açık bir soru.
Sonuçta, Türkiye’deki Kürt açılımı Suriye’de de benzeri bir açılım için baskıları artıracaktır. Oysa Şam’ın buna hazır olduğunu gösteren bir işaret yok.
Bizde pek bilinmez ama Suriye 1962’de Kürtlerin yüzde 20’sini “bölücülükle” suçlayarak vatandaşlıktan çıkardı. Bugün hâlâ, “dışarıdan geldiklerini” iddia ettiği bu Kürtlerin önemli bir bölümünün Türkiye kökenli olduğunu savunuyor.
Suriye o tarihlerde, Türkiye sınırına yakın bölgeleri “Araplaştırmaya” da başladı. Bugünkü konumuz değil, ama bundan Kürtlerin yanı sıra Türkmenler de nasiplerini aldılar.
Ankara’nın son diplomatik hamleleri, Türkiye’yi Avrupa’dan uzak tutmak isteyenler için bir şey ifade etmeyecektir. İster Fransız, ister Avusturyalı, isterse Hollandalı olsunlar, onlar için mesele Türkiye’nin “stratejik önemi” ile ilgili değil. Onların sorunu yapay bir Türk imajı ve bundan kaynaklanan reddedici güdüsel tepkidir.
Başkaları hakkında ön yargıları olmayan bir millet olsak, bu durum bize garip gelebilirdi. Fakat değiliz. Bu nedenle Avrupa’daki Türk aleyhtarlığının sosyolojik çıkış noktalarını anlamamız güç değil.
Kısacası, Avrupa’daki mantıksız Türk aleyhtarlığı ile bizdeki mantıksız Batı aleyhtarlığının kökleri çok farklı değil. Her ikisinde “elden bir şeyler gidiyor” korkusu var. Buna “değişim korkusu” da denebilir. Bu formasyondaki kafaların değişmesini beklemek de boş.
Öte yandan, Türkiye ve Avrupa’da geleceğe daha geniş bir açıdan bakanlar Ankara’nın son hamlelerini yakından izliyorlar. Zira bu gelişmeler, göz ardı edilemez büyüklüğü, konumu ve gücü ile kendisine yeni dünya düzeninde yer arayan bir Türkiye’nin varlığını ortaya koyuyor.
Türkiye’nin yeni profili
Türkiye bu süreçte, aynı zamanda, giderek daha ciddiye alınan bir ülke haline geliyor. Bu
Başkan Obama’nın, selefi George Bush’un -sözde İran’dan gelecek olan- balistik füzelere karşı Doğu Avrupa’ya bir “füze kalkanı” kurma projesinden vazgeçeceğine dair haberler mazoşist eğilimlerimizi tekrar su yüzüne çıkardı.
Bu haberleri, Obama yönetiminin Kongre’den Türkiye’ye Patriot sistemleri satmak için izin istediğine dair haberlerle birleştirenler, adeta matematiksel bir kesinlikle, kanaatlerine varmış bulunuyorlar. O da özetle şu: “ABD füze kalkanı projesinden vazgeçmiyor. Bunu Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nden Türkiye’ye kaydırıyor. Bu projeye dahil olan sistemler çok pahalı olduğu için, savunma sanayisini de böylece kurtarmayı amaçlıyor. Özetle, devleti, hükümeti ve Genelkurmay Başkanlığı ile Türkiye yine ‘kullanılmak’ ve ‘kandırılmak’ üzere.”
‘Füze yarışına seyirci kalınamaz’
Bu kafa yapısında olanlar, her nedense, Türkiye’yi “her an kazık yeme potansiyeline sahip edilgen bir ülke” olarak görme ihtiyacını duyuyorlar. Türkiye’nin, 1 Mart tezkeresinde görüldüğü gibi, kendi doğruları uğruna en kritik anda ABD’yi yalnız bırakabilen bir ülke olduğu ise unutuluyor.
Oysa işin esasını anlamak o kadar güç değil. Konuyla ilgili son yazımızda da belirttik. Patriot
İran’ın 1 Ekim’de Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri ve Almanya ile başlatacağı görüşmelerin en azından ilk ayağının Türkiye’de yapılacağına dair işaretler artıyor. İran ile görüşmelerde başmüzakereci olan AB Yüksek Temsilcisi Javier Solana’nın açıklamaları da bunu gösteriyor.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun geçen hafta Tahran’da yaptığı bu teklife İran yönetiminin de sıcak baktığı belirtiliyor. Türkiye’nin bölgesel profilinin, Irak ve Suriye arasında gerçekleştirdiği arabuluculuğun hemen ardından gelen bu gelişmeyle, daha da yükseleceği kesin.
Bu arada Türkiye’nin önemi, tüm bölge ülkeleri için olduğu gibi, İran için de, farklı nedenlerle olsa bile, artıyor. İran, ABD ve AB aleyhtarlarımızın hayranlık duydukları bir ülkedir. Washington’a kafa tuttuğu için Cumhurbaşkanı Ahmedinecad da kahramanlarıdır.
Ancak bu kişilerin hiç hesaba katmadıkları ciddi gelişmeler yaşanıyor bu komşu ülkede. Kısaca söylemek gerekiyorsa, İran bugün kendinden emin kişilerin yönetiminde olan ve çevresine barış ve istikrar yayan bir ülke değil. Haziranda yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında yaşanan olaylar ise molla rejiminin öz güvenini fena halde sarsmış bulunuyor.
İran’ın Türkiye
Ahmet Davutoğlu, Başbakan Erdoğan’ın başdanışmanı sıfatıyla, Barack Obama’nın Başkanlık koltuğuna oturmaya hazırlandığı günlerde Washington’u ziyaret etmiş ve oradayken, iki ülke arasındaki ilişkilerin “en mükemmel döneme girmekte olduğunu” söylemişti.
Dışişleri Bakanı sıfatıyla geçen hafta başında ziyaret ettiği Tiflis’te, Gürcistan’ın çeşitli ülkelerdeki büyükelçilerine yaptığı konuşmada da, Türkiye ile ABD’nin Ortadoğu sorunlarına bakışlarının “yüzde yüz uyum içinde olduğunu” vurgulamıştı.
Ortadoğu, Türk-ABD ilişkilerinde sorun yaratma potansiyeline en çok sahip olan bölge olduğuna göre, Ankara ile Washington’un Balkanlar ve Kafkasları ilgilendiren konularda da “yüzde yüz uyum içinde oldukları” varsayılabilir.
Batarya sistemleri için izin
Özetle, Türk-ABD ilişkilerinin, AKP iktidarı sırasında, daha da stratejik bir hal almaya başladığına dair sinyaller artıyor. Bunun son ve en somut göstergesi ise, Obama yönetiminin Kongre’den, Türkiye’ye 7.8 milyar dolar değerinde “Patriot PAC3” füze batarya sistemlerini satmak için izin istemesidir.
Bu son model sistemlerin Türkiye’ye satılması konusunun dışarıda bu kadar çok dikkat çekmesinin başlıca nedeni ise tabii ki, ABD ile
İcraatları netleşmeye başlayan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu dışarıda ilgiyle izlenmeye devam ediliyor. Bunu, hafta başında kendisiyle katıldığımız Gürcistan ziyaretinde de gördük.
Bu vesileyle Davutoğlu’nun, toplu istişareler amacıyla Tiflis’te bulunan Gürcistan’ın çeşitli ülkelerdeki büyükelçilerine yaptığı konuşmayı dinleme fırsatımız da oldu. Bazıları mükemmel Türkçe konuşan büyükelçilerin kendisini pür dikkat dinlemelerine tanık olduk.
Davutoğlu, konuşması sırasında, “Avrupa-Atlantik perspektifi”nin Türkiye için önemini birkaç kez vurguladı. Bu çerçevede Türkiye ile Obama yönetimi altındaki ABD’nin Ortadoğu sorunlarına bakışlarının “yüzde yüz uyum içinde olduğunu” vurguladı.
Sıfır sorun politikası
Rusya’yı düşman sayması nedeniyle kaderini ABD’ye bağlamış olan Gürcistan için bu sözler önemliydi. Zira Putin’in son Ankara ziyaretinden sonra bazı Gürcü yetkililerde, Türkiye’nin Moskova’nın etki alanına kayacağına dair endişeler belirmiş. Davutoğlu, bu günlerde sık sık gündeme getirilen “Türkiye Batı’dan uzaklaşıyor mu?” sorusuna da böylece yanıt vermiş oldu.
Buna karşın, bizim kendisine bu konuda daha sonra söylediğimiz şu oldu: AKP iktidarı bu “Avrupa-Atlantik
Hafta başında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile Gürcistan’daydık. Gezi sırasında epey bir konuşma fırsatımız oldu.
Kendisi bu çerçevede “dış politika vizyonunu” anlattı. Bu vizyonun olumlu perspektifler içerdiğini gördük. Bugün bu konuyu ele alacaktık.
Ancak gelişmeler bizi, başka güne bıraktığımız bu konuya değil, Doğan Yayın Holding’e çıkarılan ve gerçekten de, dünkü Milliyet’in belirttiği gibi, “dünyada eşi görülmemiş olan” 3.7 milyar TL tutarındaki vergi borcunu ele almaya zorladı.
DYH’ye karşı aylardır uygulanan sindirme politikasının doruğunu temsil eden bu gelişme, AB’de de zorunlu olarak takibe alınacaktır. “Basın özgürlüğü” konusunda Türkiye’de yaşanan sıkıntılar son AB raporlarında ve açıklamalarında vurgulandığı için, bu vahim gelişme görmezden gelinemeyecektir.
Ancak, AB’nin bu konuda, bir noktadan sonra, çekingen davrandığını da görüyoruz. “Kürt açılımı”, “Ermenistan açılımı” derken AB kanadında ibrenin son dönemde tekrar AKP iktidarından yana dönmekte olduğuna tanık oluyoruz. AB yetkililerine göre, Türkiye reform konusunda hâlâ ayak sürüyor tabii.
Ancak, hükümetin söz konusu açılımları da “memnuniyetle” takip ediliyor ve destekleniyor.