"Daha sağlıklı bir yaşam için ne yapmalıyım?" sorusunu çoğunlukla kendimize sorar ve cevabını karmaşık programlarda ya da mucizevi yöntemlerde ararız. Oysa hepimizin bildiği cevabı, sürekli göz ardı ediyoruz: Sağlıklı olma hali, küçük alışkanlıklarla kolayca sağlanabilir.
Sabahları biraz daha hareket etmek, yürüyüşe zaman ayırmak, uykumuzu düzene sokmak, hatta yemek sonrası dişlerimizi doğru zamanda fırçalamak... Evet, kulağa basit geliyor ama işte asıl farkı bu detaylar yaratıyor.
Geçtiğimiz günlerde okuduğum bir araştırma dikkatimi çekti. 78 binden fazla kişinin izlendiği çalışmada, adım sayısının artmasıyla birlikte kalp hastalığı, kanser ve erken ölüm riskinin azaldığı saptanmış. Sadece yürümek... Ne kadar sıradan ama ne kadar etkili bir alışkanlık olduğunu hep unutuyoruz.
Bir başka basit ama etkili öneri ise merdiven çıkmak. Haftada sadece üç kez üç tur merdiven inip çıkmak, 6 haftada kardiyovasküler sağlığınızı yüzde 10’a kadar iyileştirebiliyor. Üstelik spor salonuna gitmeden, ekstra bir ekipman
Gecenin bir vakti, tam da en tatlı uykunuzun ortasında birden gözlerinizi açıyorsunuz. Telefonunuza uzanıp saate baktığınızda tanıdık bir görüntü karşılıyor sizi: 03.00. "Yine mi?" diyorsunuz kendi kendinize. Üst üste yaşadığınız süreci "Belki de tesadüftür" diye geçiştirip duruyorsanız, Çinli uzmanlar işin aslının hiç de öyle olmadığını söylüyor.
Antik Çin Tıbbı'na göre tekrar eden uyanışlar, rastgele değil. Binlerce yıl öncesine dayanan kadim bilgi sistemine göre bedenimiz, tıpkı doğa gibi bir ritme sahip. “Organ Saati” ya da “Vücut Saati” olarak bilinen döngüye göre her iki saatte bir vücudumuzdaki farklı bir organ enerji açısından zirveye ulaşır. Bu zaman dilimlerinde yaşadığınız huzursuzluklar, fiziksel ya da duygusal tıkanıklığın işareti olabilir.
Peki neden özellikle saat 03.00?
Bu zaman dilimi, Çin tıbbında karaciğerin aktif olduğu dönemdir. Karaciğer, sadece bedensel toksinleri temizleyen filtre değil, aynı zamanda duyguların da taşıyıcısıdır. Özellikle öfke, hayal kırıklığı ve
Kahvaltıda dişlediğiniz bir elma, öğlen yediğiniz bir tabak pilav ya da akşam keyifle içtiğiniz bir fincan çay... Farkında olmadan, soframızda sadece gıda değil plastik de tüketiyoruz.
Mikroplastikler yani gözle görülmeyen küçücük plastik parçacıkları, artık sadece okyanusların değil, midemizin de birer sakini. Geçen yıl mart ayında sonuçları yayımlanan bir çalışma, mikroplastik veya nanoplastiğe aşırı maruz kalan bireylerde kalp krizi, felç geçirme ve hatta ölüm riskinin anlamlı şekilde arttığını ortaya koydu. Keza sağlığımız üzerindeki pek çok etkisi de hâlâ tam olarak bilinmiyor ama bu küçücük parçaların içerdiği kimyasalların masum olmadığını artık inkâr edemeyiz.
TOPRAKTAN BİTKİYE, BİTKİDEN SOFRAYA
Belki de daha sarsıcı olan şu: Vegan ya da vejetaryen olmak bile artık mikroplastiklerden korunmak için yeterli değil. Çünkü mikroplastikler toprağa, oradan bitkilere, sonra da soframıza kadar sızabiliyor. Elma ve havuç gibi bazı meyve-sebzelerde 200 binden fazla plastik
Kalp hastalıkları söz konusu olduğunda çoğumuz kendimizi bu riskin çok uzağında sanırız. Oysa buzdağının görünmeyen yüzü çok başka. Kalp Sağlığı Haftası kapsamında geçen günlerde Zorlu PSM’de düzenlenen etkinlikte ortaya konan veriler, kalp ve damar hastalıklarının gençleri ve kadınları da ciddi biçimde tehdit ettiğini gözler önüne serdi.
Türk Kalp ve Damar Cerrahisi Derneği Başkanı Doç. Dr. Murat Sargın’ın sözleri, bu konuda bir alarm niteliği taşıyor: “25-40 yaş grubundaki bireylerin üçte biri obez ya da sigara kullanıcısı. Bu tabloya hipertansiyon ve diyabet gibi riskler eklendiğinde, kalp hastalıklarının çok ileri yaşa kalmadan kapıyı çalması kaçınılmaz.”
Türk Kalp ve Damar Cerrahisi Derneği Başkanı Doç. Dr. Murat Sargın, Kalp ve Damar Cerrahı Prof. Dr. Bingür Sönmez, Kalp ve Damar Cerrahı ve 28. Dönem İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Halit Yerebakan, kalp sağlığının önemi hakkında konuşmalar gerçekleştirdi.
Yani bugünün 30’lu yaşlardaki bireyi, gerekli
Antalya’da bu yıl 32’ncisi düzenlenen Ulusal Neonatoloji Kongresi, sadece tıp dünyasının değil, hepimizin kalbine dokunan bir noktaya ışık tuttu: “Ten Tene Temas Projesi.” Türk Neonatoloji Derneği’nin öncülüğünde başlatılan bu girişim, aslında bize basit bir gerçeği yeniden hatırlatıyor: Bazen yaşam, sadece tek dokunuşla değişebilir.
Her yıl Türkiye’de dünyaya gelen bebeklerin yaklaşık yüzde 10’u prematüre. 500-600 gramlık minicik bedenleriyle hayata tutunmaya çalışan bu bebekler, çoğu zaman daha gözlerini bile açamadan buz gibi soğuk yoğun bakım ünitesine alınıyor. Anne ise doğumun ardından kucağında bir bebek yerine koca bir boşlukla baş başa kalıyor.
TEMAS EDERSE MÜCADELE EDİYOR
İşte tam da bu noktada, bilim 'ten tene temas'la sahaya iniyor. 'Kanguru bakımı' olarak da bilinen bu yöntem, bebeklerin çıplak tenle annelerinin ya da babalarının göğsüne yerleştirilmesi esasına dayanıyor. Araştırmalar bu yöntemin enfeksiyonları azalttığını, beyin gelişimini desteklediğini, hatta emzirmeyi kolaylaştırdığını
Dünyada her gün binlerce insan bel ve sırt ağrısıyla uyanıyor. Ve ne yazık ki bu ağrılar yüzünden bir müddet sonra gündelik rutinini bile sürdüremez hale geliyor. Ağrının insanı sadece fiziksel olarak değil, ruhen de yıprattığı bir gerçek. Ve çoğu zaman elimizde tek çare gibi görünen şey, ilaçlar oluyor.
Ancak ya çözüm bedenimizde değil de zihnimizdeyse?
Geçtiğimiz günlerde yayınlanan dikkat çekici bir araştırma, bu soruyu yeniden gündeme getirdi. Penn State Tıp Fakültesi ve Wisconsin-Madison Üniversitesi’nin yürüttüğü çalışmaya göre, 8 haftalık farkındalık ve bilişsel davranışçı terapi, kronik sırt ağrısı çeken bireylerin hem ağrı seviyelerinde hem de ilaç kullanımında anlamlı azalmalar sağladı.
Üstelik bu etki, sadece kısa süreli bir rahatlama değildi. Araştırmaya katılanların çoğunda 1 yıl boyunca süren kalıcı bir iyileşme gözlemlendi.
İşin ilginç tarafı ise şuydu: Araştırmaya katılan 770 kişi, acı içinde kıvrandığı için en az üç aydır
Bazı zamanlar gece yatağa giriyorsunuz ama bir türlü uykunuz gelmiyor, peki ama neden? Aslında bunun birçok sebebi olabilir. Belki o gün her zamankinden fazla yoruldunuz, belki de hiçbir neden yokken biraz halsiz hissediyorsunuz ve canınız sıkkın. Tüm bunlar bir yana uykusuzluğun ardında çoğu zaman fark etmediğimiz bir neden yatıyor: İş stresi.
Ne kadar 'İşi işte bırakacağım' desek de, iş düşüncelerini kapının dışında bırakmak kolay olmuyor. Gece geç saatte gelen bir e-posta, ertesi sabahki toplantı heyecanı ya da bitmeyen görevler derken zihnimiz sürekli çalışıyor. Bu da rahatlamamızı ve deliksiz bir uykuya geçmemizi zorlaştırıyor.
Son zamanlarda yapılan bir araştırma da tam olarak bunu söylüyor. 'Journal of Occupational Health Psychology' adlı dergide yayınlanan çalışmada, 10 yıl boyunca binden fazla kişinin verileri incelendi. Amaç, iş hayatının uyku kalitesi üzerindeki etkisini görmek. Ve sonuç çok net: Nasıl çalıştığımız, nasıl uyuduğumuzu doğrudan etkiliyor.
Araştırmayı yürüten Dr. Claire Smith ve ekibi, uyku düzeni, uykudan ne
Bütün bir gün dışarıdaki hava kirliliğinin maruz kalsak da çoğumuz evlerimizi akciğerlerimizin toksik dumanlardan ve kimyasallardan korunduğu güvenli, kirlilikten uzak bir bölge olarak görüyoruz. Ancak Purdue Üniversitesi tarafından yürütülen yeni bir araştırmaya göre, evlerimizin içindeki hava aslında dışarıdaki havadan daha kirli. Bunun tek nedeni ise her gün kullandığımız kimyasal ürünler.
Hepimiz evlerimizin güzel kokmasını isteriz. Tarzımıza göre bir koku türü tercih edebilir ve oda parfümleri, mumlar, spreyler kullanarak evimizi hoş kokutabiliriz. Ancak bu ürünlerin içinde terpen adı verilen kimyasal bileşikler bulunur.
Bu terpenler, havada yüzen nanopartiküller oluşturmak için iç mekan atmosferik ozonuyla reaksiyona girebilir. Nanopartiküller, bir metrenin milyarda biri büyüklüğündeki minik parçacıklardır. Bu bileşikler çok küçük oldukları için havadan akciğerlerimize hızla emilir.
2024'te yapılan bir çalışmada ise uçucu yağ