HDP, Türkiye’nin siyasetine damga vurmaya adaysa sorular şöyle: TBMM’ye 5. parti olarak giren HDP; Ak Parti’nin, oy yelpazesinin demokratlık kefesini muhafazakârlık kefesinden daha ağır tutarak genişlettiği stratejik hamleyi solda ne kadar başarıyla gerçekleştirebilecek?
Soldaki damdan düşenler, sağda “biz damdan düşeniz” diyenlerin kapısı Ak Parti’nin karşısında, sandıktaki hesapları değiştirecek bir potansiyeli HDP’ye akıtabilecek mi?
HDP, batıda sokak aralarında gezerken, alnındaki “Öcalan Partisi” damgasından kendisini ne kadar sıyırabilecek?
Kandil, elinde silahla orada olduğu sürece, Öcalan’ın, “söz, yetki ve karar mekanizmalarında demokratik katılımcılık esas olacak” sözü ne kadar gerçekçi?
Ve hafta sonu yapılan Büyük Kongre’de, “solda her mağdurdan birazcık” serpiştirmesiyle oluşan tablo, seçimlerde oylarını CHP’ye veren Alevi kitlesini HDP’ye ne kadar çekebilecek?
Kestirme soru ise şu: “HDP’nin ve O’na can veren gücün niyeti ne?”
Bu soruların yanıtları, PKK çizgisindeki partiler kervanının içinden, solda kendisini itilmiş-kakılmış hissedenlerin toplanacağı bir parti çıkıp çıkamayacağını belirleyecek.
Önce Washington Post’ta (WP), ardından Wall Street Journal’da (WSJ) yayımlanan, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a ilişkin son derece negatif yazıların Ankara’da kopardığı fırtına, ardı arkası kesilmeyen açıklamalar nedeniyle bir türlü dinemedi.
Son olarak dün ABD’nin Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin, Fidan için kullandığı duy da inanma cinsinden iltifatkâr ifadelerine tanık olduk. Diplomasi böyle bir şey işte.
Fidan’ın Müsteşarlık görevine getirilmesinden bu yana kritik zamanlamalarla dış ve iç piyasaya sürülen malzemeler birbirini izliyor.
Türkiye’nin Suriye konusundaki pozisyonu, içeride çok güçlü Irak-Suriye-İran bağlantıları olan çözüm süreci ve İsrail ekseninden çıkmaya başlayan Türkiye-Amerika ilişkileri gerçeği orta yerde durduğu sürece de devam edecek.
Fidan ve yeni MİT
Çok iyi hatırlıyorum. Fidan, Müsteşar olduğu ilk günlerde, MİT’i Ortadoğulu bir istihbarat teşkilatı olmaktan çıkarmak istediğini söylemişti.
Bunun için Teşkilat’ın yapılanmasında radikal değişikliklere gitti.
Yaklaşan yerel seçimin genel sonuçları ne olursa olsun, İstanbul, tek başına hem partilerin hem de siyasilerin geleceğinin nasıl şekilleneceği konusunda ayrı bir öneme sahip.
Milli Görüş çizgisindeki ve bu çizgiden doğmuş partiler için İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni kazanmak iktidarın müjdeleyicisiydi.
Yakın zamanda, İstanbul’da belediye başkanlığını kazanamamasına rağmen önceki seçimlere göre partisinin oy oranını önemli biçimde artıran Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP lideri olabilmesi bile İstanbul’un nasıl bir belirleyen olduğunu göstermesi açısından önemli.
Bu yüzden, kazanma şansı olmayan ya da nispeten az olan partiler bile Türkiye geneline ayrı, İstanbul’a ayrı bir önem veriyorlar yaklaşan seçim öncesinde.
Yeni bir zafer elde edeceğinden emin gözüken Ak Parti’de “Kimi aday göstersek daha yüksek oy alır” telaşı dışında bir telaş gözükmüyor. AB Bakanı Egemen Bağış başta olmak üzere alternatif isimler ortaya atılsa da hükümet cephesinden, Kadir Topbaş‘ın hâlâ en yüksek desteğe sahip isim olduğu yönünde mesajlar da gelmeye devam ediyor.
Ak Parti sakin.
CHP’de ise İstanbul, birçok açıdan dönüm noktasına anlamına geliyor.
Kenan Evren, darbeden 27 yıl sonra “Kürtçeyi neden yasakladınız” sorusuna şu yanıtı veriyor:
“Anlatayım. 12 Eylül’de bir hatamız da oydu. Şöyle yasakladık: ‘Konuşmalarda, mitinglerde, şurada, burada Kürtçe konuşulmayacak. Okulda filan Kürtçe tedrisat yapılamaz’ dedik. Neden dedik? Ben devlet başkanıyken bir köyde ilkokula gittim. Üçüncü sınıfa mı, dördüncü sınıfa mı girdim hatırlamıyorum. Açtım kitabı, ‘Oku şunu’ dedim çocuğa. Kem küm, çocuk dördüncü sınıfa gelmiş Türkçeyi okuyamıyor. Kızdım. Öğretmene döndüm, ‘Dördüncü sınıfa gelmiş, Türkçeyi okuyamıyor, bu nasıl iş?’ dedim. Sonradan anlaşıldı ki öğretmen de Kürt. Kürtçe yapıyor tedrisatı. Döndüm ve Kürtçe yasağını koyduk. ‘Kürtçe tedrisat yapılamaz’ dedik. Ama biraz ağır yasak koyduk. Sonra bu yasak kaldırıldı ama hataydı. Hata olduğunu sonradan anladım... Kaynaşmamız lazım onlarla. Bu iş kavgayla, yasakla olmaz. Ama eğitim Kürtçe olmaz. O ayrı. Tedrisatın Türkçe olması lazım.”(Fikret Bila’nın 2007’de çıkan Komutanlar Cephesi kitabındaki söyleşiden)
Fethiye’nin MHP’li Belediye Başkanı Behçet Saatcı’nın Kürtçesini okurken, Evren Paşa’nın bu sözleri geldi aklıma.
“Ülke bütünlüğünün bozulmaması ve içimizdeki insan
BDP’de Selahattin Demirtaş’ı istifa noktasına getiren ve şimdilik istifadan alıkoyan gelişmelerin arka planındakileri zamanla daha net öğreneceğiz.
Krizin nedeni, Demirtaş’ın yerel seçimlere batıda HDP çatısı altında girilmesi kararına ve doğuda uygulanacak kadın kotasına karşı çıkması olarak gösteriliyor.
Bununla beraber, dün Demirtaş’ın Diyarbakır’da yaptığı açıklamada, demokratikleşme paketine dönük bugüne kadar kullandığı en sert ifadeleri ve bağlantılı olarak sürecin fiilen sona erdiği yolundaki değerlendirmelerini dikkatli okuduğumuzda başka gerçekler de kendini gösteriyor.
Demirtaş’ın üzerindeki baskı
Hükümetin özellikle son 3 ayda bu paketle domine ettiği çözüm sürecine yaklaşımı ve paketin Abdullah Öcalan ve Kandil’de yarattığı hayal kırıklığı belli ki krizin temel nedenlerinden birini oluşturuyor.
Çözüm sürecinin iteklemesiyle, solla ittifak yaparak Kürt olmayanların da oyunu alabilme, batıda da oy kapabilme stratejisi üzerinde çalışan BDP’de, bazı marjinal grupları da içinde barındıran HDP ortaklığının yarattığı ayrışmanın krizin nedenlerinden sadece biri olduğu açık.
Demokratikleşme paketinin çözüm sürecini nasıl etkilediği konusundaki tartışma sürüyor.
Kürt cenahından yansıyan tepkileri, “çözüm süreci, demokratikleşme paketini pek etkilememiş” diye özetleyebiliriz.
Ankara’da konuşulanlar
Haklılıkla haksızlığı birlikte barındıran bu yaklaşımda, zor ilerleyen sürecin dayattığı taktiksel siyasi pozisyon alışların rolü de elbette var.
Kandil, önümüzdeki hafta bir deklarasyon yayımlamaya hazırlanıyor.
Ankara kulislerine yansıyan bilgiler, KCK’nın çekilme sürecinin devamından yana karar aldığını, BDP heyetinin yeni İmralı ziyaretinin kısa sürede gerçekleşeceğini gösteriyor.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün dün Meclis’in yeni yasama dönemine başlaması vesilesiyle gerçekleştirdiği konuşmanın metni ortaya çıktıktan sonra yapılan yorumlar içinde belki de en hayalci olanı şuydu:
Veda konuşması.
Gül’ün, dün yaptığı konuşma için birçok ifade kullanmak mümkün.
Örneğin, Cumhurbaşkanlığı süresinin hesabını dökme konuşması.
Üst perdeden ifadeleri içermeyen, teknik, yol haritası çizen bir uyarı konuşması.
Ve nihayet, içte ve dışta kronikleşmeye yüz tutan sorunların çözümünün formüllerini gösteren bir vaat konuşması.
Her şeyden önce, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, demokratikleşme paketinin maddelerini tek tek saymadan önceki giriş konuşmasına dikkati çekmek gerekiyor.
Başbakan’ın, kimilerinin “yeni balkon konuşması” olarak nitelediği bu bölümdeki sözlerinde, “biz ve onlar” üslubunun unutturmaya başladığı bir tonu yeniden hatırladık. Erdoğan, “aynı gemide olmaktan” söz ederken, bunun zorunlu kıldığı kader birliğine, birbirini dinleme, anlamaya çalışma ve hoşgörüye işaret ediyordu.
Erdoğan, Türkiye’nin demokratikleşmesi için mücadele edenleri sayarken kullandığı dört ismin başına Gazi Mustafa Kemal’i de yerleştirmişti.
Başbakan’ın, giriş konuşmasındaki vurgularının diğer bir hedef kitlesi ise, her ne kadar Kürt kesiminde tatmin edici bulunmasa da, paketin çözüm sürecine hizmet edecek bölümlerine doğal tepki gösterecek kitlelerdi. Bu nedenle Erdoğan, paketin bir pazarlık ve müzakere sonucu ortaya çıkmadığını özellikle vurgulama ihtiyacı duydu. Şehitlere minnetlerini ifade ederken, konuşmasının birçok yerinde ay yıldızlı bayrağı öne çıkardı.
Erdoğan’ın bir diğer mesajı ise BDP-PKK’ya dönüktü. Artık sadece siyasetin konuşması gerektiğini, şiddetten arındırılmış siyasetin esas