CHP’de herkes “Köklü değişime ihtiyaç var” diyor. Aslında bu CHP’de genel başkanlık koltuğunun değiştiği 22 Mayıs 2010’dan bu yana Kılıçdar-oğlu’ndan da sıkça duyduğumuz ancak içi doldurulamayan bir söylem. Ya da alınan her seçim yenilgisinden sonra veya gerçekleştirilen her kurultayda parti tabanına heyecan vermek amacıyla dillendirilen bir ritüel. Yani partide iktidar da muhalefet de yüzde 25 bandında sıkışan CHP’nin hem tabanına hem de sokaktaki insana umut olması için yenilenmesi konusunda hemfikir ama beklentiler ve içerikler konusunda 180 derece farklılık var. Daha yeni kurultaydan çıkan CHP’nin bugünkü durumu da aynı çünkü muhalifler “2023’te seçimlere yeni yönetim ve örgüt yapılanmasıyla gitmek şart” iddiasındaydı, kazanan taraf ise yenilenmeyi bir kez daha kişilerin değişimi olarak gördü ve yine sadece Kılıçdaroğlu’nun etrafındaki bazı isimler yenilendi. Ama bu arada bir süreliğine oyun dışı kalıp tekrar dönenler de oldu. Yani daha
Pandemi şartlarının damga vurduğu sessiz, heyecansız bir CHP kurultayı izledik. Kılıçdaroğlu rakipsiz, evet teknik olarak olası rakipleri vardı ama fiilen olmayacağı netti. Yani yüzde 99.9 değil yüzde yüz genel başkanlık koltuğu garantiydi. Hem son yerel seçim başarısının yarattığı rüzgâr hem de özellikle mevcut delege yapısıyla. Çünkü CHP’de genel başkanlık mücadelesi aslında il kongrelerinde başlar ama o süreçte parti içi muhalefet aday bile çıkarmadı ya da çıkaramadı. O nedenle de bu kurultay tek adaylı il kongrelerinde zaten bitmişti. Biz de 12 Mart tarihli yazımızda bunu özellikle vurgulamış ve şöyle demiştik:
“Çoktan bitti bu kurultay. Tartışmasız. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Antalya yetiyor zaten. Bunun üzerine 130 tane milletvekili koy, 60 PM üyesinden hadi in 40 tanesini koy, şu anda bunlar doğal delege. Kemal Bey otomatik olarak kazandı. Kurultay il kongreleriyle beraber bitti, bundan sonrası formalite...”
Nitekim öyle de oldu, hatta daha ötesine bile geçti. Tek aday olmaması için bazı aday adaylarına
Yunanistan, yüzölçümü 10 kilometrekare olan, Anadolu’ya 2 kilometre, Yunan ana karasına ise 580 kilometre uzaklıkta olan Meis Adası’nın 40 bin kilometrekare genişliğinde kıta sahanlığı alanı olduğunu iddia ediyor. Türkiye de haklı olarak “Kıta sahanlığı sınırlandırılmasında doğal uzantı esas. Bir kıta ülkesinin doğal uzantısında yer alan adaların kendi adlarına kıta sahanlığı yok, olamaz” diyor. Bundan hareketle de yayımladığı Navtex’le Meis’in güneyinde sismik araştırma yapacağını duyurması, yapması çok doğru ve yerinde. Dolayısıyla, Yunanistan’ın kıta sahanlığı iddiası uluslararası hukuka, içtihada ve mahkeme kararlarına aykırı. Yani Yunanistan rasyonel ve uluslararası hukuka uygun olmayan bir tezle yine saçmalıyor; dahası, gerekirse savaş gibisinden tehditlerle bunun dozajını küstahlık boyutuna çıkarmış durumda. Tıpkı daha önceleri Ege’de ve Libya konusundaki saçmalıklarında olduğu gibi. O nedenle, buna Atina’nın kimyası bozuldu demek daha doğru. Çünkü hem sahadaki gerçekliği ve güç dengesini
Pençe-Kaplan Operasyonu’yla PKK’nın sığınaklarını yok eden Türk komandoları, F-16’lar, İHA ve SİHA’ların desteğiyle Irak’ın kuzeyinde 45 kilometre derinliğe ulaştı. Stratejik tepeler ele geçirildi ve kalıcı üs bölgeleri oluşturularak Silahlı Kuvvetler unsurları konuşlandırıldı. Yani eskilerde olduğu gibi terörist temizliği faaliyetlerini bitirip bir süre sonra geri dönme söz konusu değil. Bu bağlamda da Silahlı Kuvvetler adım adım terör örgütünün yuvalandığı diğer bölgeleri de eninde sonunda kontrol edecek ve orada üs bölgeleri oluşturacak. Sonuçta 35-40 kilometre derinlikte yani Türkiye sınırından 35-40 kilometre güneyde, sınırdan öte yanda bir hat çizerek sınırlarını uzaktan kontrol etme imkânı bulacak. Dolayısıyla da terör örgütü unsurlarının yurt içine giriş çıkışları da o oranda zorlaşacak. Nihai hedef de Kandil’i hepten söndürmek, Sincar ve öncelikle de Mahmur Kampı’nı dağıtmak. Çünkü adı kamp olan Mahmur tam anlamıyla terörist yetiştirme
Emekli Deniz Kurmay Yarbay Özhan Bakkalbaşıoğlu anlatıyor: ‘Gelen tekneye baktım, herhalde Rum teknesi dedim. Topçu subayı silahları dağıttı, benim de belime bir silah soktu...
Dost atışıyla batırılan TCG Kocatepe’nin son iki günü gemide yaşananlar gibi, batış sonrasında denizde yaşananlar da son derece trajik ve acı öykülerle dolu. Çünkü sallar üzerinde verilen yaşam savaşında da şehitlerimiz oldu. Hem de çok fazla... Komutan merhum Güven Erkaya’nın bulunduğu salda 21 Temmuz 1974 saat 22.00’de gözyaşları içinde gemilerinin infilak edip, suya gömülüşünü ağlayarak izleyen, dolayısıyla da oldukça zor bir gece geçiren TCG Kocatepe Muhribi’nin Savaş Harekât Merkezi Subayı, emekli Deniz Kurmay Yarbay (o tarihte üsteğmen) Özhan Bakkalbaşıoğlu anlatıyor:
Kıbrıs Barış Hârekatı sırasında Türk jetlerinin düşman gemisi zannedip batırdığı TCG Kocatepe Muhribi’nde Savaş Harekât Merkezi Subayı emekli Deniz Kurmay Yarbay Özhan Bakkalbaşıoğlu, faciayı anlatırken sanki o anları yaşıyor.
Üzerlerinden uçan Türk jetlerini tanıyıp el salladıklarını anlatan Bakkalbaşıoğlu, ardından bombardımanın başladığını, bacadan giren bombanın makine dairesine girdiğini, radar başındaki bir askerinin ölümüne tanık olduğunu anlattı.
Dünkü yazımızda TCG Kocatepe muhribinin Kıbrıs Barış Harekâtı’nın ilk günündeki üstlendiği görevi ve yaşananları aktarmıştık. Deniz ve Hava Kuvvetleri arasında tam bir uyum söz konusuydu ve çok başarılı bir çıkarma gerçekleştirilmişti... Ve TCG Kocatepe yeni parti askerleri alıp tekrar ertesi sabah Kıbrıs’a çıkarmak üzere Mersin’e geri dönmüştü. Ama ne trajiktir ki harekâtın ikinci günündeki senkronizasyon kopukluğu TCG Kocatepe’nin son günü oldu. 21 Temmuz 1974’te TCG Kocatepe, istihbarat hatası ve haberleşme eksikliğinden
Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında Türk savaş uçaklarının istihbarat hatası ve haberleşme eksikliğinden dolayı Yunan gemisi zannederek TCG Kocatepe Muhribi’ni batırması harekâtın en trajik olayıydı. Toplam 246 personelin görev yaptığı gemide 54 askerimiz şehit oldu. TCG Kocatepe’nin Savaş Harekât Merkezi subayı emekli Deniz Kurmay Yarbay Özhan Bakkalbaşıoğlu o talihsiz faciayı anlattı.
Dünya savaş tarihine “Çok başarılı bir ada çıkarması” olarak geçen Kıbrıs Barış Harekâtı’nın en şanssız anı, hiç kuşkusuz TCG Kocatepe Muhribi’nin kendi uçaklarımız tarafından bombalanmasıydı. Harekâtın ikinci günü 21 Temmuz 1974’de yaşanan bu trajik olayda Kıbrıs’ın Baf Limanı’na doğru bir Yunan deniz konvoyu ilerlediği savıyla müdahale emri verilen Türk Deniz Kuvvetleri’ne ait TCG Kocatepe, TCG Adatepe muhripleri ile TCG Fevzi Çakmak destroyeri istihbarat hatası ve haberleşme eksikliğinden Yunan filosu sanılarak Türk Hava Kuvvetleri’ne ait savaş jetlerinin hedefi oldu. TCG Fevzi Çakmak ve TCG Adatepe
Dağlık Karabağ sorunu henüz çözülememişken Ermenistan bu kez yine Azerbaycan’ın toprak parçası olan Tovuz bölgesini hedef aldı. Hem de asker sivil ayırt etmeksizin. Yani Ermenistan bildik saldırganlığından, hukuk tanımazlığından vazgeçmiyor. Aslında buna tarihsel alçaklık demek daha doğru. Çünkü bugün askeri hedeflerin yanı sıra Agdam, Dondar Guşçu ve Vahidli köylerinde sivillere yönelik yüksek kalibreli silahlar ve havan atışlarıyla saldırı düzenleyen Ermenistan’ın sicili 1992 Şubat’ındaki Hocalı katliamından başlayarak hep bu tür alçaklıklarla dolu. Şöyle ki; şimdilerde olduğu gibi 28 yıl öncesinde de Rusya’nın gölgesinde ya da cesaretlendirmesiyle kendi boyunu aşan işlere kalkışan Ermenistan, Hocalı’nın hemen ardından Azerbaycan’ın o dönemdeki iç karışıklığını fırsat bilerek Dağlık Karabağ’ı işgal planını devreye sokmuştu. Bu bağlamda da Agdam, Laçin, Fuzuli, Cebrayil Gubatlı, Şuşa ve diğer yerleşim yerlerine saldırmıştı. Biz de o tarihlerde gazeteci olarak bu sıcak gelişmeleri yerinde