Arda rakibini düşürdüğü ve penaltıya sebebiyet verdiği dakikalarda maçı televizyonları başında ya da stadyumda izleyen bütün futbolseverler tek ses bağırıyordu “Hiddink!” diye. Çünkü takımımız bir iki değil on dakikadır oyundan düşmüş rakibinin kendi arasında dolaştırdığı toplarının peşinde koşturuyordu.
Penaltının golle sonuçlanmaması bir anlamda içimizde bu kadar bizim gibi hissetmeyen bir teknik adama karşı futbolun iyilik perilerinin armağanı gibiydi.
Hiddink’in maç sonunda takımımız ve futbolcularımızla ilgili yorumlarında, Rıdvan Dilmen’in son dönemde bir futbolcu ile ilgili görüş bildirirken “bir Alex değil” tarzındaki benzetmesindeki gibi “bir Avrupalı oyuncu değil” ya da "bizim oyuncularımız sonuçta Avrupa'da top koşturmuyorlar" şeklinde görüş bildirmesi kendisinin gerçek duygularının net ifadesiydi.
Ayrıca geleceği ile ilgili soruya “bekleyin görürsünüz, size gençleştirilmiş bir milli takım yarattım” şeklinde vermiş olduğu cevap da zaten bizim duymayı
Belçika maçı öncesinde Milli Takımımızın havasının kurşun gibi ağır olduğunu ta oralardan hissedebiliyoruz. Böylesi havaların takım üzerinde ilginç yansımalara neden olduğuna çok şahit olduk, olumlu ya da olumsuz anlamda. Karakter olarak olumsuzlukla motive olmayı başarabilen, güçlü takımlara karşı konsantre olabilen bir özelliğimiz var.
Açıkçası bu tarafından baktığımızda sanki Belçika maçı sandığımızdan, düşündüğümüzden ya da beklediğimizden daha kolay lehimize dönebilir.
Fakat neden biz böyleyiz, bunun bir ortası ya da standardı yok mudur, sorusunu sormadan geçmek de mümkün değil.
Yani bugün Belçika’yı rahatlıkla geçip, üzerindeki bu ağırlığı attıktan sonra hiç hesapta olmayacak şekilde 2 Eylül günü Kazakistan’a kendi sahamızda puan veren bir milli takım ile baş başa kalabiliriz.
Bir de kötü senaryo, insan aklından bile geçirmek istemiyor fakat olası bir yenilgi sonrasında iki senelik plan programın rafa kaldırılması da söz konusudur.
Öncelikle bir
Galatasaray CC başından sonuna kadar çok üstün olduğu serinin finalinde bütün gücünü göstererek Fenerbahçe Ülker’in rakibi oldu.
Galatasaray CC’ın bir an önce bu final serisi maçlarına ulaşmak için büyük bir açlık çektiğini ilk maçın sonunda not düşmüştük. Dün Abdi İpekçi’nin parkelerinin üzerine çok daha arzulu, yırtıcı, ne istediğini bilen kararlı bir takım çıkmıştı ve Banvit’in yapabileceği hiçbir şey yoktu.
Banvit böylesi bir serinin altından kalkabilecek bir kadroya sahip değil.
Basketbolu diğer spor etkinliklerinden ayıran temel fark da bu olsa gerek. Play-off başlı başına bir güç gösterisidir. Takım olmanız, iyi basketbolculara sahip olmanız, ligde başarılı sonuçlar almanız bu bahiste belirleyici değildir.
2009’daki Avrupa Şampiyonası’nın grup maçlarında ne kadar iyi maçlar çıkardığımız hatırlayalım. Ancak öylesine güç harcamış ve yıpranmıştık ki bir üst tur maçlarında aynı çizgide kalamadığımız
Belçika ile 3 Haziran günü oynayacağımız Avrupa Şampiyonası öncesinde gündemi teknik direktör Hiddink’le devam edilip edilmeyeceği ya da Hollandalı teknik adamın Chelsea’nin teklifini kabul edip etmeyeceği yönündeki tartışmalar belirlemektedir.
Bundan yaklaşık 16 ay önce Hiddink’in göreve getirileceği artık belli olduğu sıralarda 24 Şubat 2010 tarihli “Hiddink nasıl doğru tercihe dönüşür?” başlıklı köşe yazımda şu notu düşmüştüm.
“Şu çok net olarak bilinmelidir ki; Hiddink kafası çok fazla yerde olan, kuşkusuz birçok kişinin de ilgi alanında olan bir teknik adamdır ve onun tam zamanlı bir mesai yapmasını beklememeliyiz. Açıkçası Hiddink isminin çatısı altında çok bileşenli bir organizasyonunun geleceğe dönük bir takım planlamalarını yapması çok daha rasyoneldir; kalıcıdır.
Hiddink nasıl Rusya milli takımını bırakıp bizi tercih ettiyse iki sene sonra ilgi alanı değişecektir. İstatistik veriler her iki senede bir takım değiştirdiğini sayısal olarak gösteriyor.
Chelsea gibi bir devi çalıştırmak yerine Rusya’yı tercih etmesinin geri planında yatan kısa vadeli yatırımlar yaptığı yönündeki gerçekliktir. Chelsea’ye bir FA Kupası kazandırmak onu tatmin etmektedir. Orada bırakabilmektedir.
Bu
Aslında bu serinin genel şekli ilk karşılaşmada çizilmişti. Galatasaray CC üst düzeyde bir alan savunmasıyla rakibini durduracak ve onu boyalı alana sokmadan dış şutlara zorlayacak, mümkün olduğunca iki sayılık atışlara izin verilmeyecek, Banvit’in dış şut isabet başarısına göre de taktiğin seyrine bakılacaktı.
Oktay Mahmudi’nin tahtaya çizdiği bu şablonu oyuncular sahada kusursuz yerine getirince Banvit de buna karşılık veremeyince ilk maç beklendiğinden kolay geçti. İkinci maçta aynı taktikle devam edilmesine karşın 4/5’lik 3 sayılık isabetle Dixon devreye girdi. Davis de iki sayılık atışlarda yüksek bir isabet yakalayıp, az da olsa Galatasaray CC’ın üzerindeki rahatlık da buna eklendiğinde seride eşitlik geldi.
Dünkü randevuda ise takımlar ilk maçtaki düzenlerine ve görüntülerine geri döndüler.
Galatasaray CC hızlı hücumlarla rakip alana geçip boyalı alanda kolay basketler bulurken ilk devre Johnson, ikinci devre de Shumpert’ın etkili şutlarıyla farkı hep beş sayının üzerinde tutmayı başardı.
Ancak bu sefer Banvit ev
5 Mayıs 1996 Trabzonspor’un unutamadığı final maçlarından birinin tarihidir. O gün Trabzonspor ligde belki de şampiyon olduğu ve olamadığı sezonlar dâhil tek çekiştiği Fenerbahçe’ye şampiyonluğu kendi eliyle teslim etmişti.
O yıllarda Trabzonspor’un bu önemli finali neden kaybettiği üzerine çok yorum yapıldı.
5 Mayıs’taki maç öncesinde Fenerbahçe başkanı Ali Şen takımı Trabzon’a otobüsle götürmüştü. O yolculuk gazetelere çok ilginç olaylarıyla birlikte yansımıştı. Takımı taşıyan otobüs yolda taşlı saldırıya uğramış, Fenerbahçe’nin genç futbolcularından biri Aygün Taşkıran kafasına isabet eden bir taş sonucu yaralanmıştı. Gazetelerdeki Aygün’ün kafası sarılmış görüntüsünün fotoğrafları gündemi oluşturuyordu. Maç sonunda en çok konuşulan şeylerden bir tanesi de Ali Şen’in Aygün’ün kafasını kocaman sargılarla sarmasının Trabzonspor üzerindeki psikolojik etkisiydi.
Sonuç; Ali Şen bu olayı çok iyi kullanmıştı.
Sezon sonunda
Türkiye’de yıllardır basketbol denilince akla gelen iki ekibin soluk soluğa final mücadelesini Fenerbahçe Ülker’in kazanması kendileri için bir avantaj mı oldu yoksa dezavantaj mı bunu finalde izleyeceğiz.
Fenerbahçe Ülker’in 21-4’lük serisi ile başlayan karşılaşma her iki ekip için de sürprizdi. Zaten farkın açılmasına neden olan şey oyundan çok Marko Tomas’ın yakaladığı üç sayılık isabet yüzdesiydi. Ekstra bir katkıydı bu, maç boyunca bir daha tekrarlanmadı.
Efes Pilsen serinin son maçı olmasının can havliyle yaptığı baskılı alan savunmasının karşılığını koç Spahija’nın alışılmış ilk periyot beş tercihini değiştirip Jasikevicius ve May’i sokmasıyla, bu oyuncuların yaptıkları üst üste hatalar sonucu çok erken aldı. 17 sayı öne geçen Fenerbahçe Ülker periyodu bir sayı farkla kapatabildi.
Efes Pilsen yaptığı müthiş savunmayla Fenerbahçe Ülker’e maç boyunca çok basit hatalar ve top kayıpları yaptırdı. Ancak savunmadaki başarısını oyun kurmada
Franz Beckenbauer, Alman futbolunun ve kuşkusuz Bayern Münih takımının en önemli yapı taşlarından bir tanesidir.
Onun futbolculuğu bizim yaşta olan kişilerin çocukluk ile ilk gençlik çağına rastlar. O yıllar için kendim adına hem çok şanslı hem de şanssız olduğumu ifade etmeliyim.
Şanslıydık çünkü gerçekten çok büyük futbolcular vardı. Liverpool gibi efsane bir kadroyu görme şansı yakaladık. Şanssızdık çünkü tek kanallı bir televizyonumuz vardı ve istediğimiz her maçı izleyemezdik.
Beckenbauer da o ikilemin arasında bir yerdeydi. Her maçını izledik dersek kuşkusuz fazlasıyla abartmış oluruz. Ancak o Alman futbolunun çok önemli bir ismiydi ve uluslar arası arenada hep ilk sıradaydı. Futbolunu her ne kadar yakından takip edememiş olsak da yöneticiliği ve teknik adamlığı konusunda aynı şeyleri söylemiyoruz. Onun Alman milli takımının başına geçişi bir zorunluluktan doğmuştu. Tıpkı yıllar sonra başkanlığını yaptığı Bayern Münih takımı zor durumda olduğu için tekrardan kulübeye geçmesi gibi…
1980’de