İngiltere Başbakanı Thatcher dönemin en güçlü liderlerinden biriydi. Blair ise yeniyetme toy bir politikacı. Demir Leydi’nin partisini devirmek imkânsız gibi görünse de 1997 seçimini kazanan o oldu. O süreci yerinde yaşayan İsmail Cem’in anlattığı bir anekdot bizim için ilginç ötesi!..
Söz konusu gözlemi CHP’li bir politikacı anlattı:
”İsmail Bey iktidar hazırlığındaki İşçi Parti kongresini bizzat izlemiş, o anlattı. Çok yoğun geçen bir hafta sonuna gelindiğinde gündeme ev ödevleri gelmiş. Tüm yorgunluklar, planlar iptal edilip tüm hafta sonu ev ödevi verilsin mi, verilmesin mi, verilecekse içeriği ve dozu ne olmalı o konuşulmuş. Diğer konularda da benzer mesailer harcanmış ve seçin kazananı İşçi Partisi olmuş. İktidara hazırlanmak ya da iktidarda kalmak böyle bir şey! Her ne yapıyorsak, yaptığımız işi ciddiye almak gerekir. Peki iktidar ya da muhalefet olarak bunu yapıyor muyuz?..”
Sadece politikada değil hemen her alanda planlı, programlı, hazırlıklı, yenilikçi, sorun çözücü,
MEB, Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli çerçevesinde ilk ve orta okullarda “Yaşam Becerileri” projesi uygulayarak, öğrencilerin hayatlarını bilinçli, verimli ve planlı bir şekilde sürdürmeleri için gerekli olan temel becerileri kazandırmayı hedefliyormuş. Böylelikle öğrenciler günlük yaşamlarında karşılaştıkları zorluklarla başa çıkabilecek donanımlı bireyler olarak yetiştirilecekmiş!..
Aaa ne güzel diyenler olacaktır ama zaten bu dersler hep vardı ve kaldıran da bizzat MEB’in kendisiydi!
Cumhuriyetin ilk yıllarında herkes için Adab-ı Muaşeret, Kız öğrenciler için El İşi, Ev İşi, Ev Ekonomisi,erkek öğrenciler için de Tarım, İş Bilgisi ve İş ve Teknik Eğitim dersleri vardı. Uygulama Atölyesi olmayan okul yok gibiydi. Sonraları Bilişim Atölyeleri açıldı Bilişim dersleri konuldu. Çok iyi başladı, çok da yararlı oldular ama onlar da kapatıldı. Bugün geldiğimiz nokta ise üç, beş saatlik proje uygulamaları!..
Sınav odaklı eğitim sistemi Yüzünden iki yumurta kırıp karnını doyuramayan test
Yıllar akıp gitse de bazı şeyler var ki onlardan hiç vazgeçmezsiniz. Örneğin okul, mahalle ve asker arkadaşlarınız, örneğin okuduğunuz gazete, çalıştığınız banka, içtiğiniz sigara, dinlediğiniz müzik, sevdiğiniz yemekler, çiçekler, filmler, kentler, kokular…
“Yedisinde neyseniz, yetmişinde de osunuz” atasözü belli ki bu yüzden yaşamımıza girdi.
İyi diyeni de çok, kötü diyeni de. Değerini ancak kaybettiğinde anlıyoruz!..
Değişim derken de kazanımlarımızı asla kaybetmemeliyiz!
Demokrasi, hukuk, eğitim, bilim, liyakat ve bizi biz yapan değerler, vazgeçilmezlerimiz arasında hep yer alacak. Almalı da.
Milliyet olarak bizler de dün olduğu gibi bugün de yarın da hayatınızın değişmeyenlerinden biri olmaya ve bunu hak etmek için elimizden geleni yapmaya devam edeceğiz...
Farklı bir yıl olsun
Haftanın ilk günü gibi yeni yılın ilk günleri de hep zor geçer. Ama her şey gibi onlar da geliyor, yaşanıyor ve bir süre sonra da sıradanlaşıyor. Tıpkı önceki yılların ilk günleri gibi...
Cek, cak’larla geçen koca bir yılı daha geride bıraktık.
2025, yapılması gerekenlerin sürekli ötelendiği bir yıl olarak değil, her şeyin anında çözüme kavuştuğu bir yıl olarak hatırlansın.
Bu o kadar zor mu? Kesinlikle hayır.
Yeter ki 2025’e öteleme yılı olarak değil icraat yılı olarak kararlılıkla başlayalım. Herhangi bir konudaki kararlılık, çözüm, başarı ve sürdürülebilirliğin olmazsa olmazlardır. İşte bu yüzden gelin hep birlikte yeni yılın ilk gününden son gününe kadar kendimize bir hedef koyalım, ötelemeye değil, çözüme odaklanalım…
Sağlıklı, huzurlu, keyifli, başarılı, bereketli, saygının, sevginin, liyakatin, aklın, bilimin referans alınacağı, emek verenlerin, fedakarlıkta bulunanların, doğrulardan şaşmayanların, okuyanın, hakkı, hukuku, adaleti, demokrasiyi savunanların, ben değil, biz diyenlerin unutulmayacak bir yılı olsun 2025…
En büyük israf!
Yeni yıldaki önceliklerimizden biri de israfın her türlüsüne dur demek olmalı. Örneğin zaman israfına, örneğin kaynak israfına, örneğin hayal
İTÜ’nün çiçeği burnunda yeni Rektörü Hasan Mandal, önceki gün, İTÜ’lülere, “Nereden nereye geldik, şu anda ne durumdayız, geleceğe yönelik hedeflerimiz neler?” konusunda müthiş bir sunum yaptı…
Umarız tüm üniversiteler, rektörler, bürokratlar, yöneticiler ve özellikle de Bakanlar göreve başladıklarının ilk 100 gününde aynı formatta benzer bir sunum yaparlar. Hatta bu bir zorunluluk olmasa da gelenek haline getirilebilir!..
Böylesi bir sunum hem kendileri hem yönetimini üstlendikleri kurumlar hem de diğer paydaşlar ve kamuoyu için sadece bir durum tespiti olmakla kalmaz, gerçeklerle yüzleşme, şehir efsanelerinin sonu, özeleştiri ve en önemlisi de ufuk açıcı bir rol model olur!..
Önceki rektörlerden Gülsün Sağlamer ve Reşat Kaynar da oradaydı. Hasan Hoca ile ilgili görüşlerini sordum. Gülsün Hoca “İTÜ nihayet aradığı yıldızı buldu. Hasan’ı doçentliğinden beri yakından izliyorum. Aldığı görevler, kat ettiği yol ve kazandığı
Milenyum’u düşünerek ne büyük hayaller kurmuştuk.
Yeni bir yüzyıl, yeni bir bin yıla girerken her şeyin çok farklı olacağını düşünmüştük. Özellikle de eğitimde!
Çeyrek asrın son yılına giriyoruz. Geride kalan 24 yıla yönelik bir değerlendirme yaptığımızda eğitimde sayısal anlamda çok önemli mesafeler kat ettik. Peki aynı değerlendirmeyi kalite, liyakat, memnuniyet ve en önemlisi de geri dönüş konusunda da söyleyebilir miyiz?
Örneğin çeyrek ya da yarım asır öncesi ile bugünü kıyasladığımızda, okullaşma oranlarımız ve diplomalı sayımızda müthiş artışlar söz konusu.
Gençlerin de, ebeveynlerin de en büyük hayali “diploma”ydı.
Diploması olmayana kız vermiyorlar, diploması olmayan iş bulamıyor; diploması olmayan kendinde büyük bir eksiklik hissediyordu.
Siyasetin “diploma” odaklı eğitime yönelmesi de bu yüzdendi.
Diploma sevdası gözümüzü öylesine kararttı ki, ne kalite ve liyakat umurumuzda oldu ne de günün birinde bu diplomaların hiçbir işe yaramayaca
Yüksek performans, yüksek verimlilik ve yüksek kalite üretim süreçlerinin olmazsa olmazları arasında yer alır.
Hele ki katma değeri yüksek ürünler söz konusu olduğunda!
Verimlilik, yüksek performans ve kalite, sadece imalat sanayinde değil, zaman kullanımında da aynı öneme sahip.
Şimdi bu çerçevede geriye dönüp bakalım.
Eğitim sistemimizde performansı, kaliteyi, verimliliği, zamanı en doğru şekilde kullanmayı yaşam biçimi haline getiren dersler ya da uygulamalar söz konusu mu? Bir ara performans ödevleri getirilmiş ve velilerin sırtına ağır bir yük binmişti. Önce kendileri yapmaya başladılar, altından kalkamayınca bir anda sayıları pıtrak gibi çoğalan performans ödevi yapan atölyelere yöneldiler. Sonuç tam bir hayâl kırıklığı oldu… Verimlilik ve kalite konusunda da ne söylediysek hep tersini yaptık. Üniversite sınavlarında 180 soruda 0.5 neti olanların puanını hesapladık, bununla da yetinmeyip üniversiteli yaptık. Sınıfta kalmayı kaldırıp 6,7 zayıfı olanları yıllarca bir üst sınıfa geçirdik. Hormonlu
Konuşmaya, hele ki akıl vermeye, ahkam kesmeye bayılıyoruz.
Peki konuştuğumuz konulara ne kadar hakimiz?
Yeterince bilgimiz var mı, gelişmelerden haberdar mıyız?
Neyi, nerede, nasıl konuşacağımızın idrakinde miyiz?
Ağzımızdan çıkan her kelimeyi bir akıl süzgecinden geçiriyor muyuz yoksa konuştuktan sonra mı düşünmeye başlıyoruz?
Empati yapıyor muyuz?
Başkalarından beklediğimiz toleransı, başkalarına gösteriyor muyuz?
‘Pot kırmanın, çam devirmenin, çevir kazı yanmasın’ın ne anlama geldiğini biliyor muyuz? Kelime seçerken herkese aynı özeni gösteriyor muyuz?