Akıl, bilim, tecrübe ve en önemlisi de planlama günümüzün olmazsa olmazları arasında yer alıyor.
Yola çıkmadan önce minik de olsa bir araştırma yapıp hangi güzergahtan nasıl gidileceğine karar vermiyorsak her türlü maceraya açık olmalıyız.
Okul ve meslek seçerken önceden düşünmemiz ve araştırmamız gerekenleri en sona bırakırsak yine her türlü macera bizi bekliyor olacaktır.
Doğurganlık oranları dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de sorun olmaya başladı. Hadi çocuk yapın diyoruz ama sonrasını düşünen, planlayan yok gibi!
Yılda ortalama bir milyon bebek doğuyor.
12 yıllık zorunlu eğitim kapsamında arada fire olsa da bir o kadar çocuğumuz da liseyi bitiriyor.
Başvuran sayısı 3, 3.5 milyon olsa da üniversitelerin yıllık kontenjanı da yine bir milyon civarında.
Artı eksi 50, 100 bin civarında değişim olsa da son 20 yılın gidişatı bu yönde. Ve asıl can alıcı soru ve neden plan, program yapılması gerekiyor, gelin bir de ona göz atalım, hep birlikte sesli düşünelim:
Önceki gece İspanya, Portekiz ve kısmen de Fransa‘yı karanlığa boğan esrarengiz olay konusunda çok farklı senaryolar var.
Senaryo üretenler haksız da değil. Daha birkaç hafta önce izlediğimiz bir Hollywood filminin konusu tam da bu yöndeydi. FBI ajanları dünyayı karanlığa boğarak panik yaratacak olan bir aleti pazarlayanlar ile satın alanların peşindeydi. Satış öncesinde aletin çalışırlığını kontrol etmek için New York’un kademeli olarak elektriği kesiliyor, barajların kapakları açılıyordu. Deprem sonrası yaşanan felaketten daha büyük kaos ve panik söz konusuydu…
“Karanlık Gece” ile ilgili iddiaların çoğunluğu bir siber saldırıya yönelik komplo teorileri gibi gözükse de, resmi açıklamalar olayın meteorolojik olduğu yönünde. Bu konuda 10 sayfalık bir rapor hazırlayan Prof. Dr. Hamit Hancı ve Dr. Alp Aslan’ın Avrupa kaynaklarına dayanarak verdiği bilgi de yaşananların meteorolojik bir olay yönünde.
Raporun ayrıntılarını özetle paylaşacağım ama önce konuya özel bir ilgi gösteren Prof. Hancı’nın
Sanki deprem kuşağında değilmişiz gibi, sanki binlerce yıldır defalarca yerle bir olmamışız gibi, sanki olası depremlere fazlasıyla hazırmışız gibi hâlâ hamaset nutuklarının ötesine geçemiyoruz.
Olası Büyük İstanbul Depremi, sadece İstanbul için değil ülkemiz için bir “beka” sorunu ise daha neyi bekliyoruz?..
Depremle ilgili bilinen tek gerçek özellikle büyük depremlerin periyodik olarak gerçekleşmesi. İstanbul’da da her 100, 150 yılda bir büyük deprem olmuş. Bu gerçek onlarca yıldır dile getiriliyor ama bu durum ne devlet nezdinde ne de halk nezdinde bir türlü ciddiye alınmıyor.
1990’lı yıllardan itibaren söz konusu durum sürekli olarak dile getirildi. Üniversitelerin, bilim insanlarının ve sivil toplum örgütlerinin dilinde tüy bitti ama biz hâlâ olayın farkında değiliz.
Deprem sonrasında harcadığımız eforu, deprem öncesinde göstersek belki de bu felaketlerin, bu acıların çok azı yaşanacak ama hâlâ gerçeği görmemek için sabrımızın son anına kadar direniyoruz.
Doğa İstanbul’u son bir kez daha uyardı. “Kendinizle yüzleşin” dedi. Peki bu mesajı aldık mı? Keşke gönül rahatlığı ile “evet” diyor olabilseydik.
Geldiğimiz nokta ortada. Olası büyük İstanbul depremine hazır değiliz. Hem de hiç hazır değiliz.
Geçen ay 1-7 Mart tarihleri arası Deprem Haftası’ydı. Güya toplumda deprem bilincinin oluşması, deprem öncesi ve sonrası hazırlıklı olunması, deprem tehlikesinin kamuoyunun gündeminde kalması amacıyla yoğun bir şekilde kutlanacaktı!..
Peki bunu deprem riski olan kentlerimizde ve özellikle de İstanbul’da yeterince gündeme getirebildik mi? Toplumun her kesimini bu kutlamalara dahil edebildik mi? Okullarda, camilerde, iş yerlerinde, toplu ulaşım araçları ve yaşam merkezlerinde tatbikatlar gerçekleştirdik mi?
Keşke buna da gönül rahatlığı ile “evet” diyebilseydik!
Depremle nerede, hangi koşullarda yüzleşeceğimizi bilmiyoruz. Önceki gün ya okullar açık olsaydı ya daha şiddetli bir deprem olsaydı, buna ne kadar hazırdık?
Evde uyurken de yakalanabilirdik, iş
Tavuk yumurta hikâyesi hemen her konuda karşımıza çıkıyor.
Eğitimde yaşananların özeti de şu:
Çarpık eğitim sistemi mi bizi bu hale getirdi yoksa eğitim sistemini içinden çıkılamaz hale getiren bizler miyiz?
Her iki konuda da yüzlerce argüman ortaya konulabilir ve hemen herkes kendisini haklı görebilir. Can alıcı soru da şu:
Herkes haklıysa, eğitim sistemimiz neden bu halde, daha da önemlisi neden hiç kimse eğitimden memnun değil?
Her konuda olduğu gibi eğitimde de müthiş bir güven erozyonu yaşanıyor.
Atılan her adımı sorgular hale geldik.
Yapılan ya da yapılması öngörülen icraatların ne kadarı samimi ne kadarı adil ve ne kadarı liyakate dayalı? Örneğin öğretmen atamalarından, kadro dağılımından, sınavlardan, mülakattan ne kadarımız memnun?
Son zamanlarda ilginç bir siyaset yapma şekli ortaya çıktı.
Sadece bizde değil dünyanın her yerinde benzer uygulamaya şahit oluyoruz.
Peki, bu çok ilginç yöntem ne?
İktidarlar muhalefetin yerini aldı. Pek çok konuda sanki icra makamı kendileri değilmişçesine yapılanları ya da yapılmayanları en sert şekilde eleştiriyorlar.
Ekonomiden turizme, tarımdan dış politikaya, terörden asayişe o kadar çok şaşkınlıklar yaşanıyor ki şaşıp kalıyorsunuz…
Diğer konuları ilgili meslektaşlara ve muhalefete bırakalım, eğitime göz atalım...
Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, eğitime ve özellikle de Türkçe’ye yönelik öylesine çarpıcı tespitlerde bulunmuş ki, son 15, 20 yıldır bu çorbada hiç tuzu, biberi yokmuş gibi konuşuyor.
Neler mi demiş? Gelin önce onlara bir göz atalım:
İspanya’da hükümet, okullarda öğrencilere verilen yemeklerde şeker, tuz ve kızartmalara sınırlama getirdi. Günlük menülerde ise sebze ve meyve zorunluluğu kararı aldı.
Öğrencilerin okullarda sağlıklı beslenmelerine yönelik benzeri önlemler, artan bir şekilde pek çok ülkenin de gündeminde.
Bizde ise bırakın okul yemeklerinde nelerin verilip verilmeyeceğini, devlet okullarında öğrencilere öğle yemeği verilmesini öngören yasa teklifi TBMM’de reddedildi.
Oysa yasanın gerekçesinde şu görüşlere yer verilmişti:
“Yaklaşık her dört aileden biri gün içerisinde en az bir öğün et, balık veya tavuk yiyemiyor. Sağlıklı beslenmek çocuklar için bir lüks değil, temel ihtiyaçtır. Bu ülkede milyonlarca insan açlık sınırının altındaki ücretlerle hayatta kalmaya çalışıyor. Çocuklar okula boş beslenme çantası ile gidiyor. Bugün bir okul kantininde bir tost yeseniz, bir su ve bir ayran içseniz 100 lira ediyor. Bunu da her öğrencinin karşılaması mümkün
Eğitimin onlarca sorunu vardı, bir yenisi daha eklendi. Proje okullarda yaşananlar, moral bozucu etkilerin yanı sıra umarız eğitimde gelinen noktanın sorgulanmasına da vesile olur! Böylece öğretmen yetiştirme, atama, kariyer sistemi ve özellikle de okullar arası ayrıştırma bir kez daha masaya yatırılır, şapka düşer, kel görünür!.. Okulun ve öğretmenin “nitelikli”si, “niteliksiz”i olmaz. Hele ki devlet okullarında ama oldu!..
Eğitim, yaşam hakkından sonra gelen en temel Anayasal haktır. Bu dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de böyledir. Eğitim, ebeveynler ve devletler de dahil hiç kimsenin keyfiyetine bırakılamaz. Zorunlu eğitim de bu yüzden vardır. Eğitimin öncelikli görevi sınavlara öğrenci yetiştirmek değil, iyi insan, iyi yurttaş, karşılaştığı her sorunun üstesinden gelen mutlu bireyler yetiştirmektir. Din, dil, etnik köken, zengin, fakir, köylü kentli, doğulu, batılı fark etmeksizin her çocuğun en iyi eğitimden yararlanma hakkı vardır. Bunu onlara sağlamak da devletlerin, hükümetlerin, ebeveynlerin ve öğretmenlerin en temel