Gaziantep Hasan Kalyoncu Üniversitesi tarafından dün gerçekleştirilen, “Ortadoğu’da Barış: Oyuncular, Sorunlar ve Çözüm Arayışları Sempozyumu” için ülkemize gelen NATO eski Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen, ayağının tozuyla sorularımızı cevaplandırdı. Çok çarpıcı açıklamalarda bulundu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Atatürk’ten sonra en güçlü lider olduğunu söyledi. Suriye’nin tek devlet olarak kalmasından yana olduğunu ve bu ülkede Bosna Modeli’nin uygulanması gerektiğini kaydetti. Başka ülkeler üzerinden Türkiye’ye de demokrasi mesajları verdi. Ortadoğu’ya barış gelmeden dünya barışından söz edilemeyeceğine dikkat çekti.
Türkiye kilit ülke
Rasmussen, dünyada ciddi sıkıntıların yaşandığını, her zamankinden çok daha fazla barışa ihtiyaç duyulduğunu ve konuda Türkiye’ye çok önemli görevler düştüğüne dikkati çekerek, hem uzunca süren sohbetimizde hem de sempozyumda çarpıcı açıklamalarda bulundu.
Rasmussen’in Danimarka Başbakanlığı döneminde, karikatür Krizi ve Roj TV yayınları nedeniyle iki ülke arasında ciddi sıkıntılar yaşanmıştı. Ankara, Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliği’ne seçilmesi aşamasında, tavır almış ama aradaki sorun daha sonra aşılmıştı. Rasmussen’le
Televizyoncu, gazeteci, sunucu, yazar Mesut Yar, önceki gece Genç Bakış’ın konuğuydu.
Yar, öğrencilerle, televizyon dünyasını, dizileri ve neleri, niye seyrettiğimizi konuştu.
Televiz-yonların mı toplumu şekillendirdiği, yoksa toplumun isteğine göre mi dizilerin üretildiği sorusuna cevap arandı.
İşte programdan satır başları.
Televizyonkolik miyiz?
* Televizyonkolik bir ülke olduk biz. Bu endüstri haline de geldi. Türkiye bir dizi ülkesi olabilir mi? Ve biz artık diziyi pazarlayarak dünyaya para kazanabiliyor muyuz noktasına kadar geldik. 80’lerde 90’larda olan Brezilya dizileri eğrisini yakaladık.
* Diziler belli bir süreden sonra bağımlılık yaratıyor.
Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Fikri Işık, “Kocaeli’nde Bilişim Vadisi’ni kuruyoruz. Bilişim sektöründe 100 bin nitelikli mühendise ve nitelikli bilişimciye ihtiyacımız var.” demiş.
Müthiş bir açıklama. Umarız devamı gelir. Ve umarız bu konuda ciddi bir yol haritası vardır...
Gebze, çok uzun süredir Türkiye’nin Silikon Vadisi olarak düşünülüyor.
TÜBİTAK Marmara Eğitim Merkezi, Sabancı Üniversitesi, Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü, şimdiki adıyla Gebze Teknik Üniversitesi, Havacılık Teknoparkı, Türkiye’nin tek üstün zekalılar okulu TEVİTOL ve daha pek çok eğitim ve araştırma kurumu o bölgede yer alıyor...
Üniversite sayımız 200’e yaklaştı. En yenilerden biri de teknik üniversiteye dönüşen Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü oldu.
İzmir ve Gebze Yüksek Teknoloji Enstitülerini ABD’deki MIT’den esinlenerek Turgut Özal, kurmuştu. Eğitimle uğraşmayıp bilim üretsinler, lisans eğitiminden çok, yüksek lisans ve doktoraya yönelsinler istemişti. Ama Gebze, bu konuda ısrarcı olmadı. İzmir hâlâ dayanıyor. Performansı da bir hayli yüksek. Umarız, bu dik duruşunu ve araştırmaya olan ilgisini hiç kaybetmez. Yoksa o da sıradanlaşır gider.
Peki, Gebze, bir Silikon Vadisi olur mu?
Yekta Saraç’la birlikte YÖK’te adete seferberlik ilan edildi. Düne kadar yapılmayan ne varsa, hepsi bir anda yapılmak isteniyor.
Daha önceki başkanlar, ilk iki yılı YÖK’ü tanımakla geçirirdi, o, daha ilk günden icraata başladı. Hem de çok radikal kararlar alarak.
Saraç, yaklaşık 10 yıldır YÖK üyesi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a çok yakın isimlerden biri olmasına rağmen kızaktaydı. YÖK’ün son dönemde aldığı kararların çoğunun altında muhalefet şerhi vardı. Yani dün isteyip de yaptıramadığı ne varsa, şimdi bir bir onları hayata geçiriyor.
Son aldığı iki karar, görünen
o ki daha uzun süre tartışılacak.
Örneğin devlet üniversitelerindeki hocaların, vakıf üniversitelerinde uzun süreli görevlendirilmelerinin iptaliyle ilgili olan yeni yasal düzenleme ve artık neredeyse ayağa düşen master ve doktora eğitimine çekidüzen getirilmesi. Her iki konuda da geç kalındı, istismar noktasına gelindi çünkü önceki YÖK başkanları olup bitenlerin farkında bile değillerdi...
En doğru kararlar bile çoğu zaman yanlış uygulamalara neden olabiliyor. Umarız yine aynı tabloyla karşılaşmayız. Örneğin, görevlendirilen hocalar geri çekilirken, devlet üniversiteleri çok fire vermez, vakıf
Türkiye kaynıyor ama herkesin derdi kendine. Oysa, birimizin derdinin hepimizin derdi olması gerekmez mi?
Özellikle de hepimizi ilgilendiren konularda...
Gelin isterseniz yazıya, çok sıradan gibi görünen ama milyonlarca genci çok yakından ilgilendiren bir konuyla başlayalım.
Yatırılmayan primler!
“Bizler meslek okullarında eğitim görmüş, küçük yaşlarda çıraklık yapmış, ülke ekonomisine ve aile bütçesine katkıda bulunabilmek için yaşıtları oyun parklarında eğlenirken çalışmak zorunda kalmış insanlarız.
Stajımızı yaparken ya da çıraklık okullarına giderken, bize verilen sigorta numarasıyla emekli olabileceğimiz söylendi. Ama bu konuda kandırıldık.
Çalışırken zorluk çeksek de hepimizin tek avuntusu, bir gün bunun karşılığını alıp emekli olacağımız şeklindeydi.
Ülkemizde çok önemli gelişmeler oluyor. Belli ki daha da olacak.
Ve böylesine büyük dalgalanmalar olurken, eğitim de bunun dışında kalmıyor, kalamıyor.
Örneğin son birkaç haftayı Milli Eğitim Şûrası ve Osmanlıca tartışmalarıyla geçirdik.
Konuşulanların, yazılanların yüzde 20’si pedagojikse, yüzde 80’i ideolojikti.
Eğitim üzerinden politika yapıldı. Didişme yaşandı. En önemlisi de eğitimin gerçek sorunları göz ardı edildi!..
Şimdi, sanki benzer bir tartışma üniversitelerde yaşanacak.
Peki, olayın perde arkasında neler var, son kararlar niye alındı ve sonuçları ne olur?
Prof. Dr. Muhammed Şahin, en başarılı rektörlerden birisiydi. İTÜ’yü şaha kaldırdı. ODTÜ ve Boğaziçi’ne hodri meydan çekti. Seçimlerde yüzde 50’nin üzerinde oy almasına rağmen, önce dönemin YÖK Başkanı’ndan, sonra da dönemin Cumhurbaşkanı’ndan yani Prof. Dr. Çetinsaya ve Gül’den veto yedi.
Açıkta kalınca birçok üniversiteden rektörlük teklifi aldı. Tercihi, MEF Üniversitesi yönünde oldu. Daha ilk yılında da en yüksek doluluk oranına ve çok yüksek taban puanlara, hocalara ve prestije sahip olarak, bir anda fark yarattı.
Bir çırpıda İTÜ’den kopamadığı için o da kendisinden önce binlerce öğretim üyesinin yaptığı gibi üniversitenin izni ve görevlendirmesiyle MEF’e geldi.
Ama yeni çıkan “Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı Kurulması İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” pek çok Hoca gibi onun da hayatını altüst etti ve yeni bir karar aşamasına getirdi.
Eskiden görevlendirmelerde süre sınırı ve idari görev almama gibi kısıtlamalar yoktu. Bu şekilde uzun yıllar hem kamuda hem de farklı üniversitelerde görevlendirilen pek çok isim oldu.
Şimdi ise hem iki yıl sınırı getirildi hem de idari görev alamama koşulu kondu.
Bu durumda,
Resmi Gazete’de 19 Kasım’da yayımlanarak yürürlüğe giren “Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı Kurulması İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun“ üniversitelerde fırtınalar estiriyor. Özellikle de ek maddeleri!.. Söz konusu kanuna göre, vakıf üniversitelerinde görevlendirilen öğretim üyeleri ya yuvalarına dönecekler ya da istifa etmek zorunda kalacaklar. Ve asla idari görevler alamayacaklar. Bu durumda 4 rektör ve yüzlerce öğretim üyesi bulunuyor. Yeni yasayla belirlenen iki yıllık süreyi dolduranlar şu anda zor bir karar aşamasındalar.
İşte o madde: Madde 27’de 2547 sayılı Kanunun 40’ıncı maddesinin (b) fıkrasına aşağıdaki cümle eklenmiştir:
“Vakıf yükseköğretim kurumlarına yapılacak görevlendirmeler toplam iki yılı geçmez ve bu şekilde görevlendirilen öğretim üyelerine idari görev verilemez.”
Cezalar kapıda
Vakıf üniversitelerinde kimilerine göre “çok can yakacak“ maddelerden biri de şu:
“Eğitim-öğretim faaliyetlerini yürütmekle birlikte kurucu vakfa veya üçüncü şahıslara doğrudan ya da dolaylı kaynak aktardığı Maliye Bakanlığı’nın görüşü alınarak Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenen nesnel ve ölçülebilir