Eğer bir şeye tutkuyla bağlanıp geriye kalan her şeyi ikinci plana atıyorsanız, demek ki siz de bağımlısınız. Bağımlılık denilince akla ilk gelen sigara, alkol ya da uyuşturucu. Ama günümüzün bağımlılıkları çok farklı. Örneğin çocuk ve gençler için dijital bağımlılık, ebeveynler için dizi ya da obeziteye dönüşen yemek bağımlılığı.
Psikiyatr Prof. Dr. Nesrin Dilbaz, önceki gece Genç Bakış’ın konuğu oldu ve bu konulara açıklık getirdi. Çok çarpıcı açıklamalarda bulundu. 250 milyar dolarlık bu korkunç sektörün gençleri nasıl yuttuğunu anlattı. İşte programdan önemli satır başları:
Bağımlılık nedir?
* Bağımlılığı 2 tür başlıkta ele almamız gerekiyor. Biri madde yani dıştan kullandığımız kimyasalla ilgili. Bir diğeri davranış bağımlılığı. Örneğin Facebook, akıllı telefon, internet, kumar ya da yeme davranış bağımlılığı.
* Bağımlılık kronik bir hastalıktır. Aynı şeker hastalığı gibi kontrol ediliyor ama ortadan kalkmıyor. Örneğin bir sigara bağımlısının günde bir sigarayla idare etmesi mümkün değil, alkol bağımlısı için de aynı şey geçerli.
Nasıl vazgeçilir?
* Beynimizin bir yarısı sigarayı bırakmamız gerektiğini biliyor, eminim ki sigarayı içen herkes sigaranın zararlı
Bir de eğitimle hiç kimse ilgilenmiyor diye yakınıp dururuz. Yanılmışız!
Baksanıza Türkiye günlerdir Milli Eğitim Şûrası’nı konuşuyor.
Daha ne olsun ki!..
Şaka bir yana, hani Şûra’da Türkiye’yi 2023’e taşıyacak yeni eğitim sistemleri konuşulacaktı?
Bırakın geleceği, geçmişe takılıp kaldık. Eğitim ve gelecek deyince, dünya ne konuşuyor, biz neler konuşuyoruz?
Konu başlıklarına baktığımızda, niye bugün bu noktada olduğumuzu anlamak hiç de zor olmuyor...
Bilişim Çağı, altın dönemini yaşıyor.
Latin harflerine geçerken Osmanlıcanın tümüyle ortadan kaldırılması doğru muydu?
Tartışılır.
O günün koşullarında, niye böyle bir karar alındı, bilmek gerekir.
Tıpkı halifeliğin niye kaldırıldığı, Cumhuriyet’in neden ilan edildiği, Tevhid-i Tedrisat yani Öğretim Birliği Yasası’nın neden çıkarıldığı, laiklik ilkesinin neden benimsendiği gibi...
700 yıllık köklerimizden koparıldığımız kesin ama zaten okullaşma oranı Osmanlı’da neredeyse yok gibiydi. Saray ve çevresi dışındakilerin öğrenim olanağı kaç kişiye tanınıyordu..
Kentler, kasabalar, köyler, Türkiye Cumhuriyeti ile okul ve cami yüzü gördü. Dolayısıyla, halk için büyük bir kayıp söz konusu değil ama devletin devamlılığı açısından daha güçlü bir şekilde eski Türkçe ve Osmanlıcaya ağırlık verilebilirdi.
Bunun yeri de liseler değil, üniversiteler olmalı. Çünkü liseli öğrencilerde, hele hele üniversiteye giriş için kıyasıya bir yarış varken, o derinliği aramak ve beklemek hayalcilik olur...
Türkiye, günlerdir Milli Eğitim Şûrası’nı konuşuyor.
Aklından eğitimin e’si geçmeyenler bile eğitim yazmaya, konuşmaya başladı.
Reklamın iyisi, kötüsü olmaz diyenlerdenseniz, eğitimin manşetlere çıkmasına sevinmişsinizdir. Yok eğer böyle bir çıkış hiç hoşuma gitmedi diyenlerdenseniz, alışmalısınız çünkü bu süreç daha uzun süre devam edecek...
MEB, bugüne kadar, yaptıklarından çok, hep yapmadıkları nedeniyle eleştirildi. Çağdaş bir eğitim sistemi oturtamadı, aklı öne çıkaramadı, yabancı dil öğretemedi, fen bilimlerinin çok uzağında kaldı, ezberci eğitimin ötesine geçemedi...
Ama eğitimi siyasilerin arka bahçesi yapma konusunda her zaman çok başarılı oldu.
Uyguladığı vazgeçilmez sistem ise her dönemde, deneme-yanılma yöntemiydi.
Görünen o ki dünden bugüne değişen hiçbir şey yok.
Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar atasözü boşuna söylenmemiş.
Kimin hangi konuda ne söylediğine değil, niye söylediğine bakıyoruz.
Söyledikleri doğru mu, değil mi, o hiç önemli değil.
Şimdi zamanı mıydı diye başlayan cümlelerin ardı arkası kesilmez ve iş vatan hainliğine kadar götürülür.
Oysa ortada bir yanlış, kandırmaca ya da farklı bir algılama varsa ve uyarı da o yöndeyse, onun konuşulması gerekmez mi?
Hayır, konuşulmaz, çünkü zamanı ve yeri değildir.
İşte bu yüzden kralı çıplak dolaştıranlar değil, kral çıplak diyenler hep suçlanır...
Kalkınmışlığın ve modern toplum olmanın en önemli göstergelerinden birisi de sivil toplum örgütlerinizin sayısı ve işlevleri. Yani bir toplumda gönüllü sayısı ne kadar çoksa o toplum, o kadar demokratikleşmiş, insani değerler, hukuk, doğa sevgisi ve paylaşma o kadar gelişmiştir...
Sivil toplum örgütleriyle kalkınmışlık arasındaki bu korelasyonu, hemen her alanda görmek mümkün.
Sadece sosyo-ekonomik kökenli sivil toplum örgütlerine değil, sanattan tarıma, spordan uluslararası ilişkilere kadar, tüm örgütlenmelere göz attığımızda karşımıza çarpıcı sonuçlar çıkıyor.
Hangi alanda güçlü bir kamuoyu baskısı varsa, o alanda, siyaset, medya ve bürokrasi üzerindeki yaptırım şansı o kadar yüksek olabiliyor.
Örneğin kadına şiddet konusunda gündem belirleyici en etkili kurumlar, parlamento ya da medya değil, kadın dernekleri oldu.
Yine aynı şekilde erozyon deyince aklımıza gelen ilk isim TEMA ve Hayrettin Karaca, burs deyince de TEV.
Keşke hemen her alanda, bir değil onlarca kurum ve isim akla gelebilse...
CHP, sonunda üniversiteli gençlerle bir araya gelebildi. Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun da katıldığı toplantıda, 15 sorun belirlendi ve bu sorunların nasıl çözüleceği konusunda görüş birliğine varıldı.
Kılıçdaroğlu, bu sorunların çözümü için CHP’nin evet dediğini belirtti ve AKP, MHP, HDP’yi de çözüm için TBMM’de oybirliğiyle yasa çıkarmaya çağırdı.
CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun üniversitelerde okuyan gençlerin ve gençlik hareketlerinin temsilcileriyle birlikte belirlediği ve basın toplantısı düzenleyerek açıkladığı 15 temel sorun ve istekler şöyle:
Gençlerin istekleri
1- Özerklik sadece yönetimsel anlamda değil, mali ve bilimsel açıdan da olmalıdır. Üniversiteler, sıcak siyasetin müdahale etmediği alanlar haline gelmelidir.
2- YÖK kaldırılmalıdır.
İstanbul Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Erhan Yazıcıoğlu önceki gece Genç Bakış’ın konuğu oldu. Sanata, tiyatroya ve güncel tartışmalara yönelik çarpıcı açıklamalarda bulundu. İşte programdan önemli satır başları:
Gezi ile oynanmaz!
* Tüm Türkiye gibi gezi eylemlerini, gezideki çocuklarımızı, gençlerimizi asla yadsımadım. Dün de yadsımadım, bugün de yadsımam. Bir röportajımda Gezi’yi savunan bir oyun gelse oynamayacağımı söyledim. Oynamam; bu, toplumu tahrik etmek olur. Bu kadar hassas bir konu var. Tiyatrolar kapatılma tehlikesinde. İnsanlar birbirine girmiş, ne yazık ki gençler katledilmiş, birtakım politikacılar yanlış konuşmuş. Bütün bunların üzerine ben de devletin desteğiyle halkı galeyana getirecek bir oyunu neden oynayayım? Ben her şeyin dengesini tutmaya çalışıyorum.
Sansür mü, oto kontrol mü?
* Eğer bir tiyatrocu fazla politik konulara giriyorsa bıraksın. Fazla uç noktalara giren arkadaşlarımız oldu. Ben onları otokontrole alacağım dedim. Otokontrol ayrı bir şey, sansür ayrı bir şey.
* Kimse bize karışmıyor, bunu temin ederim. Sansürle sanat olmaz, ben bunu her zaman savunurum ama denetim şarttır. Otokontrol şarttır. Parayı veren denetler. Bu para