Bu hafta vizyona giren ‘Larry Crowne’, iddia edildiği gibi iyi bir romantik-komedi değil. Ana fikri de çok eski
Aslında fevkalade doğruluk payı olan kimi hayat ‘öğütlerinin’ içleri o derece boşaltıldı ki artık, duyunca insanın tüyleri diken diken oluyor. Birincisi, ‘Ölü Ozanlar Derneği’yle hayatımıza giren “Anı yakala” idi. Yaşadığımız her ana katmamız gereken anlama dikkatimizi çekmeye çalışan cümle eğildi büküldü ve neticede “Kafana göre takıl, attığın hiçbir adımın sorumluluğunu alma, zaten hayat kısa”ya dönüştü. Üzerine kaç kitap, kaç film inşa edildiğini ne siz sorun ne ben hesap edeyim.
Romantik komedinin de bir haysiyeti var
İkinci ciklet cümleyse “Hayatta hiçbir şey için geç değildir.” İnanması hoş, uygulaması zor bir öğüt tabii. Hele hele yaptığın meslekten evlendiğin insana kadar pek çok kararda söz hakkının pek az olduğu bir ülkede doğup büyümüşsen... Gece gündüz çalışıp kıt kanaat geçinip mutsuz bir orta yaşlı olarak kapının önüne konmuşsan... Hadi bakalım, 50 yaşında sıfırdan başla da görelim...
ATV’de yayınlanan ‘Sen Yeter Ki İste’ adlı program, son dönemdeki bütün şov programlarının ana malzemesini kullanıyor: Yarışmacılara hakaret etmek
Günün tuhaf saatlerinde ‘Sen Yeter ki İste’ diye bir programa rastlıyorum televizyonda, gözüm ve ağzım açık kalıyor her seferinde. Düpedüz pornografik geliyor gördüklerim. Durum şu: Dört hanımefendi; giyim kuşam, başka deyişle ‘stil’ uzmanları Eda Taşpınar, Deniz Berdan, Gülşah Saraçoğlu ve medikal estetik danışmanı Şah Yaycı, bir masada oturuyor. Karşılarına görünümlerinden memnun olmayan muhtelif yaşta kadınlar gelip dertlerini anlatıyor, onlar “Aman Tanrım, saça bak, korkunç!”, “Bu makyajla çok yaşlı gösteriyorsun, bu pantolon da hiç olmamış” gibi ‘nazik’ eleştirilerle onları hırpalayıp gönderiyorlar. Sonra düşünüp taşınıp aralarından üçünü seçip ‘baştan yaratacaklar’, ama önce hepsini yerle bir etmeleri gerekiyor, ‘format’ gereği. Çünkü millet hakaret işittikçe bizler ekran başına daha da bağlanacağız, son dönemde bütün şov programlarının ana malzemesi bu...
Haklarını yemeyeyim, Şah Yaycı ve Eda Taşpınar gene şefkatli. Diğer iki hanım basbayağı öfkeyle girişiyor beğenmedikleri şeylere. Misal, üzerine uzun bir
Bu yaz mevsimiyle korku filmleri ilişkisini çözebilmiş değilim. Neden durup durup bütün kan revanı yaz gelince salonlara saçıyor dağıtımcılar? Zaten az izlendikleri için mi, yoksa tam tersi sıcak günlerde Türk seyircisini salonlara çekecek tek seçenek olduklarından mı? Rakamlar da, sinema yazarı arkadaşlarım da ikinci şıkkın geçerli olduğunu söylüyor. Hayatımızın kendisinin korku filmine benzemesi kesmiyor yurdum insanını demek ki, sinemada da gerilmek istiyor.
‘Dehşet, vahşet, ölüm’
Hatta bu nedenle, orijinal isimleri onların ne tüyler ürpertici bir şey olduğunu ele vermiyorsa, hemen içinde ‘dehşet, vahşet, ölüm’ geçen yeni bir isim biçiliyor. Bakınız: Bu haftanın birinci korku bombası, ‘Dehşetin Gözleri’. Daha önce televizyon dizileri çeken Hollandalı Elbert Van Strien’in ilk filmi. En cazip korku filmi mekanlarından birinde, kahramanımızın doğup büyüdüğü, yıllar sonra kocası ve kızıyla döndüğü evde geçiyor. Ama tabii o eski evlerde neler olur? Geçmişin hayaletleri... ‘Korkunç’ sırlar... Ve merak öldürür... Bizim küçük kıza da annesinin ölü ikiz kardeşi görünmeye başlıyor evde. Fena sayılmayacak bir psikolojik gerilim. Sürprizli bir finali de var ki daha ne
Bu ara müzik zevkine güvendiğim bütün tanıdıklarımın dilinde aynı isim var: Mabel Matiz. Onu kayıtlarını myspace’de paylaşmaya başladığı günden beri tanıyanların “Günaydın” diyeceği bir durum. Hatta onlar öyle bir kıskançlıkla seviyorlar ki yalnız gecelerinin bu hüzünlü, arızalı, içli sesini, hiç memnun değiller albüm yapmasından, televizyon programlarına çıkmasından, konserler vermesinden. Küçük olsun, onların olsun istiyorlar. En çok da ‘bozulmasından’ korkuyorlar tabii...
Ben zaten Mabel Matiz efsanesine geç vakıf olmuş biri olarak, olsa olsa “Mümkün değil” diyebilirim. 1985 doğumlu olduğunu göz önüne alırsak, 2007 yılında, yani 22 yaşında böyle şarkılar yazabilmiş bir çocuktan bir şöhret budalası çıkamaz. Bilmeyenler için, asıl adı Fatih Karaca, isteyerek diş hekimi olmuş, şimdi İnsan Hakları Hukuku master’ı yapıyor. Mabel adını Buket Uzuner’in ‘Mavi Tuna’sından ödünç almış, Matiz ise kendi müziğini en iyi tanımlayan sözcük, ona göre. ‘Çok sarhoş, düşkün’ anlamına geliyor ki, evet bu müzikte tam da öyle sarhoş tınılar var. Çok da duyarlı sözler.
“Ne zor işi, bu duyarlı kalple” diyorum ilk iş, albümünü ‘sonsuz büyüklükteki limon bahçeleri içinde büyüttüğü mutlu
‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’nin sezon finalinde bir kez daha seslendirilen ‘Helvacı Helva’ ve ‘İyi Düşün Taşın’ şarkıları, 70’li yılların ünlü grubu Mavi Işıklar’a ait. Grubun solisti Nejat Toksoy’un hayat hikayesi ise, dizinin hikayesinden daha acımasız
Bir süredir seyircinin bir saniye nefes almasına izin vermeyen gözyaşı bombası ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’, sezon finalinde gene trajedide sınır tanımadı. Benimle birlikte bilmeden karşısına oturan arkadaşım, “Yarım saat içinde bir
ölüm iki ayrılık gördük” diye isyan ederken, “Daha dur” dedim, kan ve gözyaşına doyum olmazdı.
Neyse ki arada kısa süre de olsa yüzümüzü güldüren düğün sahnesi oldu da iki satır nefes aldık. Ama
Büyük tantanayla, tartışmalarla başladı dizi. Uzun müddet nasıl olacak, Bihter’den Fatmagül çıkabilecek mi, ‘o’ sahne nasıl çekilecekle meşgul olduk. Koca senaryoyu bir sahneye indirgedik, onunla yargıladık, hüküm de verdik: Tecavüz promosyonu yapıyordu ‘Fatmagül’ün Suçu Ne?’ ekibi. Köşe yazarları bir yandan, kadın dernekleri bir yandan yüklendi: Zararlıydı dizi. Kaldırılmalıydı.
Neyse ki yılmadılar. Dizi piyasamızın en üretken ve yaratıcı ikililerinden Ece Yörenç ve Melek Gençoğlu, doğru bildikleri yolda ilerledi ve bu ağır sınavdan alınlarının akıyla çıktı. Ay Yapım’ın, yönetmen Hilal Saral Ünalan’ın ve birbirinden iyi oyuncuların da hakkını teslim etmek lazım tabii. Ama ‘Fatmagül’ün Suçu Ne?’ her şeyden önce bir senaryo başarısıdır.
Benim dizi başlarken tek bir endişem vardı: Bu hikayenin ne kadar çekilip uzatılabileceği. Ortada ‘Aşk-ı Memnu’ gibi, ‘Yaprak Dökümü’ gibi koca bir eser de yoktu, kaldı ki bu ikisi benim için bir yerden sonra tadını yitirmiş örneklerdi. ‘Fatmagül‘ün Suçu Ne?’ ise çok daha küçük bir öyküydü, ama ortaya çıkan sonuç için, sezon finalinin ardından bütün ekibi kutlamak istiyorum.
Gerçekten çok özenli yazılıp çekiliyor, oynanıyor. Sumru Yavrucuk
Salı gecesi dışarıdayım, bir arkadaşımdan mesaj geldi. “Süleyman Mektebi Sultani mezunuymuş”. Hangi Süleyman? Tanıdığım en ünlü dizi Süleyman’ı, Sultan ‘Sülüman’. Derhal oturduğum masada “O zamanlar Mektebi Sultani var mıydı yok muydu?” tartışması başladı. Bir Galatasaray Liseli olarak 500 küsürüncü (küsür de 28’miş) yılımızı kutlamakta olduğumuzu söyleyerek son noktayı koydum.
Ama bu arada da anlaşıldı ki, bu ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’nin Süleyman’ı. Ne iş yaptığını bilmediğimiz ama çok zengin olduğunu anladığımız Soner’in sağ kolu. Sık sık aramızda konuşup, gıptayla herkese bir Süleyman lazım olduğu sonucuna vardığımız kişi.
Ona ne kahya diyebiliriz, ne yardımcı, ne şu, ne bu. Süleyman bir insanın ihtiyaç duyacağı ve duymayacağı şeylerin bir bütünü. Bütün dar zamanlarda sen çağırmadan geliyor, gözünden ne istediğini anlıyor ve bunu en iyi şekilde yerine getiriyor. Neyi nasıl yapması gerektiğini filan söylemene gerek yok, o biliyor.
Bu hafta da ne yaptı, kanser hastası İnci Hoca’yla ona aşık öğrencisi Mete’nin felekten bir gün çalmasını sağladı. Mete aldı hocasını, lunaparka götürdü. Süleyman yine başroldeydi. Palyaço kılığına girdi, bedbaht gençlerin yüzünü
Teoman’ın ‘Aşk ve Gurur’unu memnun mesut dinliyordum ki peş peşe iki albüm geldi, CD çalarımı ele geçirdi. Şimdi bir biri dinleniyor, bir öbürü... Önce eski dost Nazan Öncel tabii... Ondan yeni bir ses geldi mi, ne var ne yok siler süpürür. İçin dağlanır, bundan bile memnun olursun, tuhaf bir durum ya da yeni moda deyişle bir ‘kafa’. Bu ‘kafa’ konusunu bir yere yazalım, az sonra döneceğiz.
Yıllardır aldatan, giden, umursamayan hayırsız sevgililere diyemediklerimizin tercümanı Nazan Öncel, bu kez doğrudan albümün ismiyle başlıyor saydırmaya: “Hayvan!” Söz konusu nazik hitap, albümün nadir hareketli parçalarından olan ‘Normal’de şu şekilde geçiyor: “Nasıl hastadır yüreğim / İlaç felan (evet evet, basbayağı felan) istemez / Takmadığından eminim / Hayvan!”
Sonra peş peşe iç kanatan şarkılar sıralanıyor... “Dün gece çok ağladım / Gözyaşım yerde kaldı” gibi, “Ne zaman bensiz uyuyacaksın / O zaman beni anlayacaksın” gibi, “Beni düşün, iyi düşün / Uzak değil yakın düşün” gibi durup durup bir kenara not almak istediğim cümlelerle...
Allahtan araya “Çirkin olsun, benim olsun” gibi güldüren şarkılar da koymuş ki, toptan dağılıp gitmiyorsunuz. Ama zaten Nazan Öncel’in böyle bir