Protesto yürüyüşlerinin en renklilerinden biri, pazar günü yaşandı. Çoğu gazete bu sivil eylemin hakkını vermiş. Ama hepsi değil. Bazıları için ülkede yaprak kıpırdamıyor
Her durum kendi sonucunu yaratıyor, beklenmedik hallerden umulmadık hayırlı sonuçlar çıkabiliyor. Son dönemde başımıza gelen yasaklar, baskılar silsilesi de eylem refleksimizi güçlendirdi, ayağımızı meydanlara alıştırdı. Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmalarıyla taşan bardak, artık tek bir damla dahi alamaz halde ve memleketin dört bir köşesinde yollar yürümekle aşındırılıyor.
Bir gün tutuklu gazeteciler için, ertesi gün nükleer santrallere, bir sonraki gün YGS skandalına karşı derken, protesto yürüyüşlerinin en görkemli ve en renklilerinden biri, pazar günü yaşandı. 22 Ağustos’ta yürürlüğe girecek ‘İnternet’in Güvenli Kullanımına İlişkin’ düzenlemeler, görülmedik bir dirençle karşılaştı gerçekten. Sivil toplum kuruluşlarından öğrencilere, siyasi partilerden ünlü sanatçılara her kesimden insan, hayatlarının ‘güvenlik çemberiyle’ çevrilmesine itiraz ettiler. Üstelik son derece zeki, esprili ve yaratıcı sloganlarla... Ve tabii eylem bütün gün ve gece boyunca sosyal paylaşım sitelerinden an be an
Şöyle bir hikayeyi kaç kez yaşadınız ya da dinlediniz? Bir yerde biriyle tanışıyorsunuz, pek de ilginizi çeken biri değil aslında. Ona aşık olmanızı gerektirecek bir durum yok. Sonra ondan bir adım geliyor, görüyorsunuz ki karşınızdaki o pek de ‘sizin tipiniz olmayan’ kişi, sizinle ilgilenmekte. İnsanlık hali, bu hoşunuza gidiyor. Siz de ufak ufak onu merak etmeye başlıyorsunuz. “Fena da değilmiş meğer” dediniz mi, yandınız. Ne olduğunu anlamadan roller değişiveriyor. Kendinizi o ‘hiç tipiniz olmayan insana’ deli divane, sizinle çok ilgili o kişiyi de firarda buluyorsunuz. Baştaki ilgiyi yeniden yakalamak için çırpındıkça da batıyorsunuz. Olayın ne kadarı ‘aşk’, ne kadarı sizin yazdığınız bir senaryodur, bilinmez artık...
Bana şahane bir sürpriz gibi gelen ‘Annemi Öldürdüm’ü izlediğimden beri yeni filmini merakla beklediğim Kanadalı genç yönetmen Xavier Dolan, ‘Hayali Aşklar’da tam da böyle bir konuya el atıyor işte. Zaten filmin afişinde alt cümle olarak “Kaç benden ki seni izleyeyim” yazıyor. Marie (Monia Chokri) ile Francis (Xavier Dolan’ın ta kendisi) iki yakın arkadaş. Marie sigara içmeyi bir ‘hayatta kalma’ biçimi olarak gören, alaycı bir mizah anlayışına sahip,
Geçen salı, yeni başlayan bir televizyon programına takıldım. Bir taraftan çok komik, diğer taraftan insan ilişkilerinin ne feci durumda olduğunu göstermesi bakımından trajik. Bir şaka programı bu, adı ‘Şanslı Masa’. Gizli kamerayla donatılıp personelden müşteriye herkesin oyuna dahil edildiği kafeye bir çift geliyor, “Buyrun efendim burası şanslı masamız, hesaplar bizden” diyerek bir yere oturtuluyorlar.
İçlerinden biri, ‘anket doldurmak için’ içeriye çağrılıyor ve programın idaresini üstlenen iki oyuncuyla tanışıyorlar. Daha önce her ikisini de Tiyatro Kılçık’ta izlediğimiz Sinan Çalışkanoğlu ile Orçun Kaptan, kendileriyle işbirliği yapan müşteriye kulaklık takıyorlar. Verecekleri komutları yerine getirirse 5 bin TL. kazanacağını söylüyorlar ve oyun başlıyor.
Sinan Çalışkanoğlu ile Orçun Kaptan, gayet iyi idare ediyorlar programı, matrak komutlar veriyor, çok da güldürüyorlar. Kamera şakası deyince akla Çetin Çiftçioğlu’nun kılık değiştirdiği tuhaflıklar gelen bir toplum için ‘Şanslı Masa’ farklı ve gerçekten komik bir program.
Gelelim işin acıklı kısmına... Kulaklığı takılıp yerine dönen kişi, saçma sapan şeyler yapmaya, tuhaf cümleler kurmaya, karşısındakinin
Delirdiğimin düşünülmesinden korkmasam, bugün size “Mayıs ayı bitmeden kendinize bu ülkeden - bu dünyadan - bu keşmekeşten iki saat izin verin” derim. Bir hikaye dinlemeye gidin. Bana göre son yılların en iyi anlatıcılarından, dil cambazlarından Özen Yula anlatsın, siz dinleyin... Sekiz yüzyıl öncesinden, iyi saklanmış sırlar arasından çıkıp gelsin, bir de üzerine şiirle anlatılsın. Çağ dışı biliyorum, ama deneyin...
Yazıp yönettiği ‘Şems!... Unutma!...’ oyununun prömiyerinde sahneye çıktı Özen Yula. “Alkışlamayın” dedi, “Alkışlanacak bir şey söylemeyeceğim...” Ve izleyeceğimiz oyuna dair bir şeyler söyledi. 1 saat 40 dakika sürecekti. Arasız olacaktı. Mümkünse cep telefonlarımızı sessize almamalı, tamamen kapatmalıydık. Facebook’ta neler oluyor bilmeden, twitter ana sayfasını yan gözle tarayıp sahnede, salonda, yan koltukta neler oluyor ele güne duyurmadan 1 saat 40 dakika durmalıydık. Ve ‘eğer mümkünse’ kendimizi metne bırakmalıydık...
Ne yalan söyleyeyim, huzursuzlandım biraz. 1 saat 40 dakika kıpırdamayacak olmaktan, cep telefonumunu ışığını toptan kesecek olmaktan, izleyeceğimin besbelli fazla tempolu bir şey olmayacağını bilmekten... Nasıl bir hıza alışmışsak
Ada denince akla gelen ilk şey olan vapur yok artık. Büyükada iskelesinin boynu bükük, motor iskelesi ise yolcu kapasitesini karşılamaktan çok uzak
İstanbul’a gelemeyen baharı Büyükada’da aramaya karar verince, sıkı bir eş dost soruşturmasına giriştik önce. Nerede kalınır, ne yenip içilir. İlk akla gelen Splendid Palas ama yer bulmak ne mümkün. Sahilde bir otel seçiyoruz, Panorama. Adının hakkını verecek bir manzaraya sahip, şu ara giderseniz göreceğiniz geniş bir şantiyeden ibaret olsa da.
Yazılmış Büyükada güzellemelerinin tamamı, sizi karşılayacak olan ‘tarihi iskele’den giriyor söze. Hakikaten, şehrin en güzel iskelelerinden biridir Büyükada’nınki.
Bostancı-Adalar arasında vapurdan ziyade motor işlediğine dair haberleri okumuşuz, ama halihazırda iskelelerde dağıtılan İDO tarifesi hatalı olamaz ya, “Hâlâ belli saatlerde vapur var demek ki”, diye düşünüyoruz. İyimserlikte daha da ileri giderek, “Vapurlar kaldırılınca ada halkı isyan etmişti, demek ki seslerini duyurabildiler” diye düşünüyoruz. Sanki mümkünmüş gibi. Tabii ki biz yanılıyoruz. Tarife de öyle. Hiç vapur gitmiyor Bostancı’dan Adalar’a artık, sadece motor gidiyor. Mavi Marmara motorları.
Gidişimiz
Zaten yasaktan geçilmeyen sanal alemimiz, şimdi de ‘sakıncalı sözcük’ kriziyle karşı karşıya
Bu, “Gençlerin ve çocukların fiziksel, zihinsel ve ahlaki gelişimini zedelememek”, “Türk halkının ar ve haya duygularını rencide etmemek” adına yapılan tuhaflıkların sonu gelmeyecek mi? Daha haftanın başında, Beat kuşağının öncülerinden William Burroughs’un Sel Yayıncılık tarafından basılan kitabı sebebi belirsiz bir şekilde Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu’na havale edilerek ‘müstehcen’ bulundu. Yetişkinler için yazılmış bir kitabın bu kurulda işi ne, belli değil.
Konunun detaylarını Mehveş Evin, Milliyet’te 27 Nisan tarihli yazısında şahane bir şekilde yazdı, durumumuzun vehametini bir kez daha görmek açısından okunmasını tavsiye ederim. Tabii sokakta gitar çalan gençlerin yaka paça karakola götürüldüğü, heykellerin tekbir sesleriyle yıkıldığı bir hafta içinde yeni bir kanıta ihtiyacınız varsa...
Gerçi siz ihtiyaç duyun duymayın, faaliyetler durmuyor. Buyrunuz, şimdi de zaten yasaktan adım atılamaz hale gelen sanal alemimiz yeni kurallarla şenlenmekte.
ntvmsnbc.com’un haberine göre, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) yememiş içmemiş, bir ‘yasaklı
Televizyon dizilerinde tecavüz göstermek ‘özendirici’ oluyor mu? Bu en aşağılık insanlık suçlarının başında gelen fiil böylece ‘sıradanlaşmış’ oluyor mu? Zaten hayatımızın orta yerinde konuşlanan tehlike daha da büyümüş oluyor mu böylelikle?
Bu sezon, ‘Fatmagül’ün Suçu Ne?’ dizisiyle hortlayan bu gibi soruları yersiz, eğer düzgün bir bakış açısıyla işlenirse konunun gündeme gelmesini doğru buldum hep, hâlâ da bu fikirdeyim. Saldırganın değil kurbanın kendini kusurlu hissettiği, susmaya zorlandığı iki yüzlü düzen ne kadar teşhir edilse iyidir diye düşünüyorum. Dediğim gibi, doğru bir bakış açısıyla ele alınması koşuluyla tabii. Ki, söz konusu dizi de bence sorumlu yaklaşımını baştan beri sürdürüyor. Faydalı, iyi bir iş yapıyor. Medyanın gücü sonsuz çünkü, doğru kullanıldığı sürece faydası da.
O tartışmalar sürerken karşıt görüşte olanlar da “Tecavüz espri konusu oldu bu dizi yüzünden” diyordu, ben de “Daha neler” diyordum. Kim, nasıl böylesi bir konuyu espri malzemesi yapabilir ki?
Sorumun cevabını dün sabah radyo dinlerken aldım. Yılların radyocusu Levent Erim, telefon bağlantılarıyla sürdürüyordu yayınını. Arayan bir genç kadın, geçen günlerde evlerine giren
Benim kuşağımın çocuklarının kötülük bilgisi JR ile sınırlıydı. Zaten izlediğimiz bir ‘Küçük Ev’, bir de ‘Dallas’ vardı. Ve bir tek ‘çok kötü’ adam. Entrikacıydı, düzenbazdı, acımasızdı. Oyunlarımızda, şarkılarımızda korkulması gereken figür olarak boy gösterirdi kendisi. ‘Kötülüğün’ cazibesiyle birlikte tabii...
Şimdi düşünüyorum, onda da, sonrasında ‘severek’ izlediğimiz nice kötü adamda da aynı cazibe unsuru vardı: Zeka. Kötülük zekayla birleşince çekilebilir, izlenebilir bir şey oluyor. Şeytan tüyü dediğimiz şey oluyor o zaman o insanda. Merak ediyorsunuz, “Şimdi ne oyun çevirecek?” diyorsunuz, tahmin edemeyeceğiniz bir plan kuruyor, şaşırıyorsunuz. Hatta tam olarak ‘yenilmesini’ istemiyorsunuz ki, eğlence devam etsin.
Kötülüğü eğlenceli değil, sıkıcı
Şimdilerde yeni bir ‘kötü adam’ımız var: Ali Kaptan. ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’nin fenalık dozunu her bölümde arttıran adamı. Genç yaşta severek evlendiği karısıyla dört çocuk sahibi olduktan sonra kabına sığamaz olmuş, gönlünü uzak denizlere, ardından da yabancı bir güzele düşürmüş bir aile babasıydı, başta. Anlıyorduk derdini. Aşık olmuştu, gitmek istiyordu, duramıyordu o evde. O derece aşık olmuştu ki gözü çoluk