Reklam jingle’ları ve iki yıl önce çıkardıkları E.P.’leriyle dinleyicide belli bir beklenti yaratan Model, ‘Diğer Masallar’ adlı albümüyle, bu beklentinin altından, alnının akıyla kalkıyor
Gerçekten anlam veremediğim bir şey var, müzik piyasası sürekli başaşağı giderken nasıl bu kadar yeni albüm çıkabiliyor? Her gün masamda, bir kısmı adını ilk kez duyduğum insanlara ait en az 3-4 albüm buluyorum. Ve itiraf ediyorum, artık hepsini dinlemeye takatim kalmadı.
Model’in GNL Entertainment imzalı yeni albümünü diğerlerinden ayırıp dinlemeye başlamam için birden çok sebebim vardı, kuşkusuz. Ama arabadaki CD çalarımla ayrılmaz bir bütün haline geleceklerini tahmin edememiştim.
Reklam jingle’larıyla, sahne performanslarıyla ve de iki yıl önce çıkardıkları E.P.’leriyle dinleyicide belli bir beklenti yaratan Model, Demir Demirkan prodüktörlüğündeki albümle, bu beklentinin altından alnının akıyla kalkıyor. Dinlendikçe sevilen, her bir şarkının tek tek arzı endam edip kendini gösterdiği bir albüm olmuş ‘Diğer Masallar’.
Tabii bunda en önemli pay, hayata ‘A due Carmen’ adıyla başlayan grubun kurucularından Can Temiz’e ait. Çünkü hemen hemen bütün şarkıların söz ve müziklerinde onun
Bir bağlanmaktan korkan kadın hikayesi daha geldi. Yoksa bu bir rövanş mı?
Her türlü ‘ilinti’den kaçan erkek modeli Türk sinemasında Çağan Irmak’ın ‘Issız Adam’ filminde vücut bulduğundan beri bu tanım karşılıyor ‘aidiyet’ fobisini. Sendromları malum: Kimsenin ‘sahibi’, kimseye ‘ait’ olmayayım, sorumluluk benden uzak olsun... Bir ilişki yaşamak isteyen 30-40 yaş grubu Türk kadınının aşması gereken engeller bunlar.
Fakat bir süredir Amerikan sineması da ‘ıssız kadın’larla uğraşmaya başladı. En güzeli, ilkiydi: ‘Aşkın 500 Günü’. Baş karakterimiz Summer, kendisine aşık olan Tom’un canına okuyor ama ‘doğru adamı’ bulduğunda içinden evcil bir kedi çıkıveriyordu. Bu yıl, yeni bir ‘ıssız kadın’la tanıştık: ‘Aşk ve Diğer Şeyler’deki Maggie (Anne Hathaway). Gerçi onun geçerli bir sebebi vardı, MS hastasıydı.
Son ‘ıssız kadınımız’ ise Natalie Portman kılığında çıkageldi. Filmin adı da zaten ‘Bağlanmak Yok’. Emma, ilk ikisinin aksine, derdinin ne olduğunu anlayamadığımız bir ‘tek tabanca’ kadın. Adam’a (Ashton Kutcher) “Benim kimseye ihtiyacım yok, yatalım kalkalım, o kadar” şeklinde yaklaşıyor. Elele tutuşmak yok, uyurken sarılmak yok, birbirimizin gözünün içine bakmak yok gibi de bir
Birini sevmeyebilirsiniz, yaptıklarına çok kızabilirsiniz ama bir felaketi şenliklerle kutlamayı anlamak mümkün değilİbrahim Tatlıses vuruldu, twitter’da o saat bir “İnsan sevmediği kişinin başına böyle bir iş geldiğinde oh olsun demeli midir - diyebilir mi, buna hakkı var mıdır?” tartışması başladı. Tatlıses’in hayatına girmiş, zamanında ayağından vurulmuş, ağzı burnu kırılmış kadınları hatırlatanlar - ki haksız değiller, herkesin aklına ilk gelen birkaç şeyden biriydi bu - ama hatırlatmakla kalmayıp zil takıp oynayanlar... Üstelik o kadınlar, haberi alır almaz koşa koşa hastane kapısında nöbete durmuşken... Çocuklarının babasının iyi haberlerini beklerken... Siz kim oluyorsunuz ki o zaman?
Birini sevmeyebilirsiniz, yaptıklarına çok kızabilirsiniz, yaşamdaki duruşunu hiç onaylamayabilirsiniz, ama gene de onun vurulmasını, canına kast edilmesini, bir ölümü, bir hastalığı şenliklerle kutlamayı anlamam mümkün değil.
Bu konuda ilk kez biriyle tartıştığımda, söz konusu olan benim çok üzüldüğüm bir ölümdü. Ahmet Kaya’nınki. Bir internet sitesinde çalışıyordum ve saatlerimiz geçti, “İyi oldu bölücüye” benzeri kullanıcı mesajlarını ayıklamak için. “Kimdir bunlar, nasıl insanlardır,
‘Bir Avuç Deniz’ ne kadar havada kalıyorsa, ‘Saklı Hayatlar’ o kadar sahici...
İki adet yerli ‘aşk’ filmi var bu hafta gösterimde. İlki, büyük tantanayla duyurulan, “Daha fazlasına var mısın?” sloganlı ‘Bir Avuç Deniz’. Magazinel bir cazibe taşımadığı için sessiz sedasız gelen diğeriyse, mezhep çatışmasını ele alan ‘Saklı Hayatlar’. Onun da bir sloganı var: “Ezilenin dramı ezenin trajedisidir.”
Önce birincisinden başlayalım: Erkek kahramanımız Mert (Engin Altan Düzyatan), New York’ta okumuş, Londra’da çalışmış, annesinin özlemine dayanamayınca şirketin Türkiye yöneticisi olarak yurda dönmüş bir genç adam. Anne babasının (Ayda Aksel ve Can Gürzap) üst katına yerleşip yakın arkadaşları olan bir çiftin teknesiyle mavi yolculuğa çıkıyor. Ekip dört kişiden oluşuyor: Mert, sevgilisi Dilek (Zeynep Özder), arkadaşları Bora (Tuğrul Tülek) ve Aylin (Ahu Yağtu).
Bir sabah tekneye bekledik bir misafir tırmanıyor. Sosyetenin ünlü ailelerinden birinin kızı olan, ‘özgür ruh’uyla tanınan Deniz (Berrak Tüzünataç). Ve Mert’in huzurlu, mutlu, ‘norm’lara uygun hayatının ortasına bomba gibi düşüyor. Rakı sofrasında attığı tiradlardan felsefe okuduğu anlaşılan, adının anlamı üzerine düşünce
Altın Kestane ödüllerinde ‘Kaptan Feza’ filmiyle ‘Alarm Zili’ne layık görülen Ümit Ünal’ın tepkisi, bir ‘eleştiriye tahammül’ dersi niteliğinde
Eleştirilmekten mutlu olan kimse var mıdır, bilmiyorum. Aslında “Beni ciddiye alıyor ki söylüyor, kulak vereyim, belki doğruluk payı vardır” gibi erdemli yaklaşımlardan söz etmek mümkün ama gerçek hayatta karşılığı olduğundan emin değilim. Daha doğrusu değildim, yönetmen Ümit Ünal’ın Altın Kestane ödülleri dağıtıldıktan sonra twitter’da yazdıklarını okuyana kadar. Bu yıl ikincisi verilen Altın Kestane, Hollywood’un Altın Ahududu’sunun bizdeki karşılığı diyebileceğimiz, o yılın ‘en fena’ işlerinin layık görüldüğü bir tür ‘ödül’. Online sinema dergisi Arka Pencere tarafından düzenlenen Altın Kestaneler, bu yıl da 33 kişilik jürinin takdiri olarak sahiplerini buldu.
En fena film, İstanbul 2010 Ajansı tarafından finanse edilen ‘Sultanın Sırrı’, en fena yönetmen ‘Cehennem 3D’ ile Biray Dalkıran, en fena oyuncular Mustafa Sandal (New York’ta Beş Minare) ve Sinem Kobal (Romantik Komedi) seçildi. Okan Bayülgen ve Hıncal Uluç vecizeleriyle Altın Çıngırak’a layık görülürken, ‘Alarm Zili’ Ümit Ünal’ın oldu.
Burada duruyoruz işte. Alarm Zili,
Orhan Kemal’in romanından Ayfer Tunç’un senaryolaştırdığı ‘72. Koğuş’ eli yüzü düzgün bir film. Oyuncular, özellikle Hülya Avşar görülmeye değer...
72. Koğuş’un oyununu izlemedim, izleyemedim. Yönetmeni Kemal Başar beğendiğim işlere imza atan biri olduğu halde beceremedim bir türlü. Tiyatro sahnesinde eğitimli oyunculuğa inandığım için olabilir (başrollerde Yavuz Bingöl, Kerem Alışık ve Azra Akın vardı), daha önce Sadri Alışık Tiyatrosu’nda ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ı görüp pişman olduğum için olabilir ya da sadece zamanı uyduramadığımdan...
Neticede Orhan Kemal’in romanından uyarlanan ‘72. Koğuş’u izlemek sinema perdesinde mümkün oldu. Ve aslında iyi ki de öyle olmuş, çünkü gayet olumlu duygularla çıktım sinemadan. Öncelikle senaryo için Ayfer Tunç’u kutlamak isterim elbette. Romanın içinde kaybolmamış, son derece derli toplu bir iş çıkarmış ortaya.
Daha önce ‘Deli Deli Olma’ ve ‘O... Çocukları’nı çeken yönetmen Murat Saraçoğlu da tüm yoksunluğu, sefaleti, insanı insanlıktan çıkaran acımasız koşullarıyla 1940’ların cezaevi ortamını başarıyla çiziyor.
Pencereden atılan tavuk kemikleri için birbirini parçalayan mahkumlarla başlıyor film. Bana göre durum zaten yeterince iç
Mutfak Sanatları Akademisi eğlence parkından farksız. Haftanın çeşitli günlerinde, dört saatlik mini eğitimler yapılıyor. Bir kez katılıyorsun, dört çeşit yemek öğreniyorsun, sertifikanı alıp gidiyorsun
Yemek yapmanın insan ruhu üzerindeki olumlu etkilerine gönülden inanıyorum. Çocukken deniz kenarında kumdan köfteler yapar zorla aile bireylerine ikram ederdim, şimdi neyse ki daha makul malzemeler kullanıyorum. Ama sonuçta yemek yapmak eşittir eğlence benim için. Geçen yıl bir tesadüf eseri keşfettiğim Mutfak Sanatları Akademisi de bir eğlence parkından farksız, bu nedenle.
Burası, profesyonel aşçı yetiştiren bir okul aslında. Uluslararası geçerlilikte City&Guilds diploması veren tek aşçılık okulumuzmuş ayrıca.
Ben henüz işi gücü bırakıp kendimi bu mesleğe adama noktasına gelmediğimden, asıl ilgi alanımı amatörlere yönelik günlük eğitimler oluşturuyor. Haftanın çeşitli günlerinde, dört saatlik mini eğitimler yapılıyor MSA’da. Her birinin temalası var: İtalyan mutfağı, Çin mutfağı, pasta çikolata yapımı gibi. Bir kez katılıyorsun, dört çeşit yemek öğreniyorsun, sertifikanı alıp gidiyorsun.
Biz, iki arkadaş bu hafta sonu ‘Balıklar ve kabuklular’ konulu eğitime katıldık.
Hatırı sayılır bir kadın kavgasıyla başlıyor film. İki çift bir lokantada kibar kibar yemek yerken, kadınlardan o gün patronuyla ettiği kavgayı anlatmakta olanı Lara, diğerinin kışkırtmasıyla iyice çileden çıkıyor. Ne diyor diğeri? “Zaten kadınlar asla kadınların altında çalışmamalı.” Neden? “Daha güzel olduğun için, daha genç olduğun için sana takacaktır, dünyayı dar edecektir.”
Çok genç yaşta başlamış iş hayatında muhtelif kadın şefler altında çalışan biri olarak, bu cümleyi doğrulayacak pek çok olay yaşadım, evet. Ama gayet uyum içinde çalıştığım kadınlar da oldu, o yüzden de bunun kader olmadığı kanaatindeyim ve özellikle kadınlar tarafından söylendiğinde tepem atıyor. Nitekim Lara’nın da öyle oluyor ve iki kadın birbirine giriyor. Kadınlar ve iş hayatı ilişkisiyle başlayan tartışma üç saniyede “Kocama asılmanı hoş mu karşılaşacağım yani?”, “Ben var ya, kocanı istesem, üç dakikada tavlarım” boyutuna zıplıyor.
Böylece ‘Kaçış Planı’nın ilk dakikasında anlıyoruz ki, pek kadın seven bir filmle karşı karşıya değiliz. Zavallı, mazlum erkekler, medeniyetlerini korumaya gayret ederek ‘şirret’ karılarını olay yerinden uzaklaştırırken, biz, kendi esas çiftimizle baş başa kalıyoruz.