Dot'un gençleri 'Punk Rock' ile harikalar yaratıyor. İngiliz yazar Simon Stephens, bir grup liselinin iç acıtıcı fotoğrafını çekiyor bu kez
Artık Dot'a gidip 'sarsılıp' çıkmak, haber değeri taşımıyor. Şunu gayet iyi biliyoruz, her seferinde bizi şaşırtacak bir şeyler göreceğiz. Fakat itiraf etmeliyim, 'Punk Rock'ın provalarının başladığını duyduğumdan beri ona bir tür 'okul bitirme oyunu' muamelesi yapıyormuşum içimden, görünce fark ettim. Neden? Çünkü ilk kez Dot'un 'Kürklü Merkür'ünde izleyip oyunculuğuna bayıldığım ama reji söz konusu olunca ne yapacağını bilemediğim çok genç bir aktör tarafından sahneye konuluyordu, Rıza Kocaoğlu. (Kendisini 'Ezel'de Ramiz Dayı'nın kızının peşine düşen, kan dondurucu mavi bakışlı katil kişi olarak hatırlatmak isterim.) Üstüne bir de oyuncuların hepsi çok genç, hatta üçü konservatuvar son sınıf öğrencisi olunca ben de tuhaf bir önyargıya kapılmışım belli ki. "Bu bir gençlik oyunudur, acemilikleri olabilir, fazla bir beklentimiz olmasındır."
Ne kadar yanıldığımı ve de utandığımı anlatamam. Murat Daldataban, başta kendi sahneye koymayı planladığı oyunu artık Dot ekibinin ayrılmaz bir parçası olan Rıza Kocaoğlu'na devrederek ne hayırlı
15'inci Sadri Alışık Tiyatro ve Sinema Oyuncu Ödülleri töreni organizasyon konusunda nasıl sınıfta kaldığımızın en son örneğiydi
Sadri Alışık Ödülleri'nin 15'incisinin ardından, gönül isterdi ki ödüllerden söz eden bir yazı yazabileyim. Ama memleketimizin pek çok töreni gibi bu da bir kabusa dönüşünce ne yazık ki geceden de geriye nahoş bir tat kaldı. Elbette bu unutulacak ve gene geriye bakıp ödülleri hatırlayacağız ama ben kayıt düşmek istiyorum yine de. Belki unutulmasa daha iyi çünkü.
Şıklık saygı göstergesi değil
'Şimdi 90'lar' adlı iki CD'lik toplama albüm, 'popun patladığı' yıllardan 22 şarkıyı bir araya getiriyor
Her fırsatta cesaretini, hatta gözükaralığını, tutkunu olduğu şeye hayatını vakfetmesini övdüğüm biridir, Hakan Eren. İnsanın başarılı bir elektrik mühendisiyken, hayatını gayet rahat sürdürür, üstelik hobisi olan müziği de radyo ve gece programlarıyla gayet güzel götürürken işi gücü bırakıp yapımcılığa soyunması uzaktan kolay görünüyor mu bilemiyorum.
Ben bir miktar yakından bakıyorum ve durup dururken bir sürü sıkıntıya soyunduğunu görüyorum kendisinin.
O da birçoğumuz gibi, Naim Dilmener gibi, Hakan Tok gibi, Murat Meriç gibi, hatta biraz onların adımlarından yürüyen benim gibi, Türk popunun geçmişine meraklı, arşivci bir kimseydi. Zamanla bunu 'Bir Zamanlar' ve 'Geçmiş Bahar Mimozaları' adlı radyo programlarıyla, muhtelif albümlere ve hatta televizyon programlarına yaptığı danışmanlıkla hayatının risksiz bir parçası haline de getirmişti. Bana sorarsanız daha fazlasına hiç ihtiyacı yoktu.
Ama o 'elini taşın altına koymayı' tercih etti. "Bende bütün şarkılar var çok şükür, başkaları da benim programlarımda dinlemekle yetinsin" demedi mesela ve Ossi Müzik diye bir
Reha Erdem'in son filmi epey gecikmeyle de olsa gösterimde. İzlemesi çaba isteyen, ama karşılığını fazlasıyla veren bir film 'Kosmos'
Reha Erdem'in 'Kosmos'unun bütünüyle beni çok düşündürdüğünü, ama bir cümlenin özellikle aklımda kaldığını hatırlıyorum. 'Hatırlıyorum' çünkü Altın Portakal'da izlediğimiz, festivali ödülle kapatan film, ancak altı ay sonra gösterime girebiliyor. Dolayısıyla hatırladığım cümle ve sahne sayısı azaldı ama filmin bütününün bıraktığı şaşırtıcı, çarpıcı, kafa karıştırıcı etki capcanlı.
Karlarla kaplı bir sınır kentine adeta tepeden düşen bir yabancı, filmin kahramanı. Adı Battal. Ya da Kosmos. Boğulmakta olan bir çocuğu kurtararak, hatta düpedüz 'dirilterek' giriş yapıyor kent ahalisinin hayatına. Dolayısıyla ilk anda minnet, giderek saygı ve hayranlık uyandırıyor tüm 'tuhaflığına' rağmen.
Tuhaf, çünkü ağzını açtığı anda yaptığı uhrevi konuşmalarla kahvedekileri şaşırtıyor, sadece avuç avuç yediği kesme şekerlerle besleniyor, yaraları anında iyileşiyor. Bir tür 'ermiş' olduğuna karar veriyor ahali.
Ancak hesaptan kitaptan, paradan puldan anlamayan bu adamın mevcut ahlak kurallarıyla da, kurulu düzenle de işi yok. İşte başta söz ettiğim cümle de
Yeni uygulamaya göre pasaportunuz 10 yıldan eskiyse vize alamıyorsunuz. Bu yüzden pasaport dairelerinde iğne atsanız yere düşmüyor
Pasaport peşinde geçirdiğim son bir haftanın neticesindeki ilk tespitimi açıklamak istiyorum: Bütün İstanbul bu ay yurtdışına çıkıyor. Pek yakında şehrimizde kimse kalmayacak.
Yıllardır pasaport almak isteyen herkesi yönlendirdiğim, işlerin tereyağından kıl çeker gibi halledildiği Beşiktaş Emniyet Müdürlüğü'nde bile bu kadar bekleniyorsa bunun başka bir açıklaması olamaz.
Ama sonra bana vakit kaybettiren başka sebepler de olduğunu öğrendim ve bundan sonra vize - pasaport işlemlerine başvuracaklar için birkaç ipucu vermek istedim.
Öncelikle son birkaç haftanın icadı: Eğer pasaportunuz 10 yıldan eskiyse vize alamıyorsunuz. "Ama benim daha sürem vardı", "Zaten haziranda cüzdanlar değişecek" gibi itirazlar kabul edilmiyor. İlk pasaport aldığınız tarih 2000 yılından önceyse geçmiş olsun, vizeye başvurmadan cüzdanınızı mutlaka değiştirin. Ama yine de bir iyi haber: Haziranda pasaportlar değişiyor ama sizin cüzdanınız süresi dolana kadar geçerli kalacak.
İkincisi, başvuruyla ilgili her türlü bilgiyi iem.gov.tr adresinden alabiliyorsunuz ya,
Semih Kaplanoğlu'nun 'Yusuf' üçlemesi 'Bal' ile tamamlandı. Yönetmenin 'Bal' ile ilgili hedefi ise bir sonraki filmini yapmasını sağlayacak seyirci sayısına yani 150 bine ulaşmak...
Semih Kaplanoğlu’nun Altın Ayı ödüllü filmi 'Bal' sinemalarda! İsmiyle yapılabilecek bütün sözcük oyunları denendi. Perdeye ‘bal akıtıldı’, Berlin’de ‘bal ayı’ yaşatıldı, ‘ayı’, ‘bal’ aşkıyla ilgili her tür durumdan söz edildi. Bu durumda şansımı zorlamayıp dümdüz bir şekilde söylemek isterim ki Semih Kaplanoğlu’nun Altın Ayı ödüllü 'Bal' filmi bugün itibariyle sinemalarımızda.
Kaplanoğlu’nun beş yılına damga vuran ‘Yusuf’ üçlemesi 'Bal' ile tamamlanmış oldu. İlk iki halkayı, 'Yumurta' ve 'Süt'ü sevenler de sevmeyenler de merakla bekliyor, Berlin’de büyük ödüle layık görülen 'Bal'ı. Bu çok katmanlı, etkileyici filmin beni en çok çarpan yanı, baba - oğul arasındaki ilişki oldu. İlkokul birinci sınıf öğrencisi Yusuf’un bir türlü okumayı söküp, o hayatımızın ilk büyük travması olan kırmızı kurdeleyi yakasına takamayışı. Kekeleyerek okumayı denerken sınıfta alay konusu oluşu.
Yeter ki önyargısız gidilsin
Öte yandan karakovan balcılığıyla uğraşan babasıyla birlikte, ormanda gezerken bütün ağaçları,
Altın Portakallı belgesel 'Ben ve Nuri Bala', Esmeray’ın çarpıcı hayat hikayesini anlatıyor
Ailemden koptuğumdan beri ben her gece köyü rüyamda görüyorum. Garip bir özlem. Yürüdüğüm yerler, toprak, köyün girişi, kuzu otlattığım yerler, kayalar, dere... Kesin ben oraya gömülmeliyim diye düşünüyorum. Bazen diyorum ki, ‘Vasiyet bırakacağım, öldüğüm zaman beni götürün köyüme, herhangi bir yerine gömün.’ Ya da eskiden şey düşünüyordum, 60 - 70 yaşında giderim köye, gizliden giderim, gece, büyük derenin üstünde bir kaya vardı, oradan atarım kendimi aşağıya, orada görsünler ve beni gömsünler oraya.
Bir insan niye ayrı kalır her gece görmek üzere uykuya yattığı toprağından? Altına gömülmek için kendini bir kayanın üzerinden atmayı bile göze alacakken üstelik...
Bu hasrete daha da vazgeçilmez bir şey uğruna, ‘kendisine’ sahip çıkmak adına katlanan birinin, Esmeray’ın öyküsünden söz edeceğim size bugün. Doğumdaki adı Mehmet. Kürtçesi Mihammet Nuri. Annesi onu severken ‘Nuri Bala.’ Tarlabaşı bulvarında müşteri beklerken Çiğdem. Şimdi artık sadece Esmeray...
Mehmet’i Esmeray’a götüren yol
Şeşen ailesinin, oğulları Serhan adına kurduğu derneğin Kanlıca'daki binası hafta sonları minik aşçılarla doluyor
"En güzel benim kurabiyem oldu." "Annem bu pastayı çok beğenecek." "Öğretmenim, ben yapıştıramıyorum çiçeğimi..."
Güneşli bir pazar günü. Kanlıca'daki köşkün pencerelerinden cıvıltılar yayılıyor bahçeye. Yaşları 7-8 civarında 10 çocuk, kafalarında kağıttan aşçıbaşı külahları, üzerlerinde önlükleri, yüzlerinde dünyanın en ciddi ifadesi, unlara bulanmış, harıl harıl çalışıyorlar.
Şeker hamurundan çiçekler, kalpler kesiyor, ellerindeki kurabiyeleri, kekleri birer sanat eserine dönüştürüyorlar. Onlar Begüm ablalarıyla beraber şeker - çikolata evreninde kaybolmuşken, anne babalara da huzur içinde bahçede oturup çay, kahve içmek düşüyor. Herkes için ideal bir durum.
Dünyanın en büyük acılarından birini öfkeye değil yaşama dönüştürmelerini hayranlıkla izlediğim Şeşen ailesinin 2008 sonunda kaybettikleri oğulları Serhan adına kurdukları dernek binasındayız: Serhan Şeşen Müzik, Felsefe ve Yaşama Saygı Derneği. Serhan'ın iki büyük tutkusundan ve bitmeyen yaşam sevgisinden, saygısından alıyor adını. İki alanda yetişen gençleri desteklemeyi, yayınlar çıkarmayı,