Sinemaya ya da televizyona adım atan, biraz da adı sanı duyulan erkek oyuncuların geçmesi gereken bir numaralı test bu: “Gay rolü oynar mısınız?” İlla ki sorulacak bu soru. Sorulmazsa anlayın ki yeterince ünlü, yeterince popüler değilsiniz...
Kadınsanız “Sevişir misiniz?”, erkekseniz “Gay rolü oynar mısınız?” sorularının yanıtlarını bu mesleği seçtiğiniz anda düşünmeye başlamalısınız... “Tabularınız var mı?” demek bu, “Şoray kanunlarınız?”
Kim merak ediyor?
Bu arada ben de şunu sormak istiyorum: Bunu cidden merak eden herhangi bir insanoğlu var mı? Televizyonun karşısına geçmiş “Beyaz Gelincik”i seyrediyorsunuz diyelim, - biraz eskiye gittim ama, sorunun muhattabı o diziyle girmişti hayatımıza - bakıp bakıp “Yahu bu Erkan Petekkaya burda böyle bıyıklı mıyıklı maço maço dolaşıyor, gelgelelim gay rolü teklif etse oynar mı ki?” diye geçer mi aklınızdan?
Peki, “Soyguncuyu, katili, garsonu oynarım; ama kesinlikle gay rolünü oynamam.” dediğinde, “Hah, helal olsun delikanlı adammış” mı dersiniz?
En son gene “Cem Özer gay rolü oynuyor” başlığını okudum da ordan gittim gerilere... “Kadri’nin Götürdüğü Yere Git” filminin oyuncularından biri, bir televizyon programında Cem Özer’in
Çocukların yaptığı bir şeydir, söylenen söze verecek cevap bulamayınca “Sen kendine bak” demek... Böylece kendilerini temize çıkardıklarını düşünürler... “Bana dil uzatıyorsun ama sen asıl kendine bak!”
E peki sen? Bu senin yaptığını değiştiriyor mu?
“Benim ne yaptığım seni ilgilendirmez, sen kendine bak...”
Ama onlar çocuktur neticede. Hoşgörülebilir.
Kurban Bayramı’nın kanlı görüntülerini savunmak üzere yetişkinler tarafından kullanıldığında iş değişiyor. Uluslararası Hayvan Refahı Organizasyonu adına kesim yerlerini incelemeye, bir başka deyişle ‘işimize burnunu sokmaya’ gelen Christina Hafner’e söylendiğinde mesela...
Boğalar, balinalar, foklar
Tuz buz olmuş bir ayna... Tektaşı düşmüş bir yüzük... Dağılmış bir inci kolye... Gözü oyulmuş bir oyuncak bebek... Kırık aynalar, rujlar, kalpler...
“Güldünya Şarkıları” simsiyah kutusunun içinden bütün bu paramparça imgelerle birlikte çıkıyor. Kadın dünyasına ait olan - olduğu düşünülen - her şeyle birlikte... “Kadınlar çiçektir, hayatımızın süsüdür, başımızın tacıdır...” ya hani...
Yeri gelince yere çalmaktan çekinmediğimiz tacı...
Güldünya Şarkıları
Bu albümü çok zamandır bekliyordum. Fikri Temuçin Tüzecan’a ait projenin danışmanlarından olan arkadaşım Naim Dilmener’den adım adım dinlemiştim gelişmeleri... Sonunda “Güldünya Şarkıları” çıktı işte.
Yıllardır bildiğimiz bir marşla, avukat Filiz Kerestecioğlu’nun yazıp Mustafa Ceceli’nin yeni düzenlemesiyle bambaşka bir ruh kattığı “Kadınlar Vardır” ile açılıyor albüm... Nazan Öncel’in sesini duyuyoruz ilk... “Susmamız oturmamız / Hep boyun eğmemiz / Hayatı seyretmemiz / İstendi bugüne dek”
Sonra Aylin Aslım, Aynur, Nilüfer, Zuhal Olcay, Sezen Aksu, Rojin: “Suskunduk ve bekledik / Yaşandı, seyrettik / Sonunda yeter dedik / Bir daha susmayana dek” Yerinizde doğrulup düşük omuzlarınızı dikleştiriyorsunuz zaten ilk adımda.
Dünden beri telefonlar geliyor sürekli. Serhan’ımızın Sema Hastanesi’nde başına gelenleri okuyan arıyor. “Benim de çocuğumun başına aynı şey geldi”, “Biz de yaşadık benzer bir acıyı...”
Peki, siz ne yaptınız? Hastanızın, kaybettiğiniz sevdiğinizin hakkını aradınız mı? Mahkemeye başvurdunuz mu? Sesinizi duyurmaya çalıştınız mı?
“Hayır...”
Neden?
“E acımız vardı, giden geri gelmezdi...”
“Zaten böyle davalar yıllarca sürüyor Türkiye’de, bir sonuç da alınamıyor çoğu zaman.”
Her şeye alıştık
O cümleyi duyana kadar bu yazıyı yazmayı düşünmüyordum. İnsanın bu kadar canı yanarken oturup konuyla ilgili aklı başında bir yazı yazması çok zor...
Ama değil mi ki bir hastanenin başhekimi çıkıp 26 yaşında pırıl pırıl bir hayat için “Bu olay bu kadar önemli miymiş yahu?” diyebiliyor ve Burhan Şeşen bir baba olarak canının bir parçası aşağıda yaşam mücadelesi verirken “Ben bunu ona borçluyum” diyip canlı yayında oğlunun hakkını arayabiliyor, ben de Serhan’ı anlatabilirim...
Dilimin döndüğü kadar, çünkü çok özel bir çocuktur, tanımadan anlamak, tanıyıp da sevmemek mümkün değildir...
Olay önemli miymiş değil miymiş, okuyanlar karar verir artık...
Serseri ve efendi
Acayip ışıklı bir çocuktur Serhan. Gözünden zekâ, yüreğinden sevecenlik fışkırır. Tezcanlıdır, kıpır kıpırdır, çok konuşkandır...
“30 yaşında bir insan Şehir Tiyatroları’nda üçüncü kez Vişne Bahçesi’ni izleyebiliyorsa burada bir sorun yok mudur?”
Ne diyeceğimi bilemedim. Hep böyle münasebetsiz sorular soran cinfikirli bir arkadaştır kendisi. Ne olur yani hafızan bu kadar kuvvetli olmasa da her repertuvar açıklandığında karşında ‘yeni’ oyunlar varmış gibi heyecanlansan?
Çehov yazmış 1904 yılında, oyun bugüne kadar yaşamış, hiç mi sahnelemeyeceğiz yani? Yok tabii ki bunu demiyorum. Ama gerçekten 30 yaşında birinin karşısına aynı kurum üçüncü kez ısıtıp koyuyorsa aynı oyunu, ve üstelik her gün yeni bir prodüksiyonun perde açtığı Broadway gibi bir yer değilse bu şehir, burada gerçekten bir sorun var bence.
Eski bahçe eski vişne
Ali Taygun daha evvel yine sahnelenmeye doyulamayanlardan “Macbeth”i Güneydoğu’ya taşımıştı ya, belki diyorum “Vişne Bahçesi” de memleketimizin bir başka yöresinde kök salacaktır bu kez... Bir farklılık olarak? Ama tam o anda aklıma Ortaoyuncular‘ın “Fişne Pahçesu” geliyor, o da yapıldı... Özetle eski bahçe, eski vişne...
Habire yeni bir buluş gibi öne sürülen başka bir sürü oyunumuz da var tabii. Sanırsınız yeryüzünde başka oyun ve yazar yok. Bir Shakespeare var, o da sadece
Okul hayatım boyunca üç öğretmenim oldu hayatımı değiştiren. Şanslıyım biliyorum, her biri çok özel insanlardı. Sayelerinde çok iyi Türkçe ve edebiyat öğrendim ama esas hayatta nasıl bir insan olmak istediğime karar verdim. Ve yıllar sonra istedim ki 24 Kasım Öğretmenler Günü onlardan söz etmek için vesile olsun.
..
Adam olmayı...
İlki, Galatasaray Lisesi’nin efsanelerinden biriydi, Türkçe hocası Öncel Tunçay. Çok klişe olacak ama “Hababam Sınıfı”nın Mahmut Hoca’sı gibiydi o, öğrencilerinin dertleriyle tek tek ilgilenen, bir tanesiyle sorun yaşasa gece mide ağrısından uyuyamayan bir öğretmen. İdealist, çalışkan, gelecek güzel günlere inanan bir kuşağın son temsilcilerinden...
Hiçbir şey öğretemese ‘adam’ olmayı, namuslu olmayı, vicdanlı olmayı öğretmiştir ona gerçekten kulak veren öğrencilerine. Ve inanıyorum ki üç yıl önce sonsuzluğa uğurladığımız hocamızı hayal kırıklığına uğratma korkusu ömür boyu elini kolunu bağlayacaktır onun rahleitedrisinden geçenlerin...
Sınırları aşmayı...
“Artık Issız Adam hakkında söylenecek bir şey kalmadı” dedikçe her girdiğim ortamda yeni bir tartışmaya denk geliyorum...
En çok da filmin erkek kahramanı Alper’i ‘anlayanlar’ ya da ona haksızlık edildiğini düşünenlerle gerçek hayattaki ıssız adamzedeler çatışıyor... Bir de olan biteni tamamen anlamaz gözlerle izleyenler var ki, daha evvel de yazmıştım onlara gıpta ediyorum. Başka bir kuşağın temsilcileri kendileri, ne mutlu onlara...
Mesela annem, filmden çıktığımızda “Peki sebep neydi yani?” diye sordu... Ortada bekar bir adam vardı, karşısına güzel, tatlı, akıllı bir kız çıkmıştı, birbirlerine âşık olmuşlardı. Tam her şey iyi giderken adam bir anda delirip ayrılmak istemişti. Sebep neydi?
Üst kuşakla köprü
Ona maalesef artık kimsenin ‘sorumluluk’ almak, hayatında başka birine yer açmak için kendi ‘özgürlüğünden’ ödün vermek istemediğini anlattım. Üzülerek başını salladı, “Doğrudur” diyerek...
Bir başka arkadaşımın annesi filmden çıkınca “Seni şimdi daha iyi anlıyorum” demiş mesela... Galiba bir üst kuşakla köprü kurmamızı sağlıyor bu film.
Bir de “Bizi amma harcamış kardeşim, yok böyle bir erkek türü” diyen ‘belli bir yaş’ grubuna mensup adamlar var ki onların bu