Öyküyü Gürtay Kıpçak anlattı:
Memleketin birinde göçmen kuşun tembelliği tutmuş... Kışı olduğu yerde geçirmeye karar vermiş, güneye kanat çırpan arkadaşlarına “Gelecek baharda buluşuruz, ben buradayım” demiş...
Günler çabuk geçmiş, sonbahar kışa dönmüş... Tembel kuş soğuktan titriyor. Karnını doyuracak böcek yok, solucan yok, açlıkla baş edemiyor. Sonunda, “Biraz geç kaldık galiba” demiş, “Acele güneye uçmalıyım!”
Yukarıya doğru kanat çırptıkça hava daha da soğumuş, kanatları donmuş tembel kuşun. Yere çakılmış... Artık son nefesini vermeye hazırlanırken...
Oradan geçen bir inek “lap” diye üstüne pislemiş.
Tembel kuşun donan kanatları, o pislikle ısınmış... Damarlarındaki kan hızla dolaşıma girmiş...
“Bu bir mucize!” demiş tembel kuş, “Tanrım yaşıyorum, yaşıyorum!” diye cik cik ötmeye başlamış...
Futbol eşittir şiddet ve o da eşittir holiganizm denklemine; Bu denklemin olağan kabul edilmesine;
Çocukların, kadınların, yaşlıların, didişmek için değil, keyif için gelenlerin futboldan uzaklaşmaya başlamasına;
Sadece kendilerinin haklı olduğunu düşünenlere, empati yoksunlarına;
Gördüğüm doğruları söylerken bile bir tarafın düşmanı ilan edilmeye;
Her söylenen söze, her eleştiriye geçmişten bir karşılık bulunmasına, her şeyin bir ‘hesaptan düşme’ gibi gösterilmesine;
Yasalara aykırı eylemleri kendi kulübü yapınca susanlara, hatta destek verenlere;
Gazetecilik mesleği değil tuttuğu takım olan meslektaşlarıma;
İki kıymetli adam, iki kıymetli takım...
Robert Prosinecki geldiğinde şaşıranlar ve yadırgayanlar oldu. Ama bir zamanların Yugoslav Milli Takımı’nda Avrupa’yı sarsan yıldızlardan biriydi... Hırvat kimliğiyle antrenörlüğünü sergilemeye başladı.
Anladık ki onda da bir adanmışlık, liderlik, kişilik var... Saygıyı hak ediyor. Kayserispor’da hem kaybolmuş heyecanları yeşertti, hem de genç adamları sahneye çıkardı.
Samet Hoca için de aynı şeyleri düşünürüm ben... Mesleğine kendini adamasının yanı sıra Beşiktaş söz konusu olunca akan suları durdurmuştur. Eleştirilecek çok yanı var elbette. Şu son maçta onlara değinmeyeceğim. Beşiktaş için zor dönemde lig üçüncülüğü iyi iştir, takdir edilmelidir. Ayağına kadar gelen Şampiyonlar Ligi fırsatını basit hatalarla harcayıp ikinciliği kaptırması, Samet Hoca’nın oyuncularıyla birlikte uğradığı büyük talihsizliktir, geçelim.
İki kıymetli adam da teşekkürü hak ediyor.
Futbolculara dönecek olursak...
Kayseri Kadir Has’ta Bobo ile Mustafa Pektemek’i kıyaslayan futbolseverler, Brezilyalı’da sezonun yorgunluğunu ve 17 golle doymuşluğunu gördüler... Ama o yine de golünü attı, on sekizinciyi buldu.
Böyle maçları oynamak da zor, seyretmek de! Düşünün, ligin ilk yarısında üç büyük takımı deplasmanda yenen, dördüncü büyükten de bir beraberlik koparan Karabükspor, son haftanın çaresiz ekiplerinden biri. Bıçak sırtındaki kaderlerini belirleyecek olan yine kendileri ama, rakipleri de Fenerbahçe...
Aykut Kocaman’ın takımı Çarşamba’ya üçüncü kulvarın son durağında Trabzonpor’la Kupa finaline çıkacak. Artık kaybettiği lig kimin umurunda!...
Elemeli de olsa Şampiyonlar Ligi biletini cebine koymuşken, ayrıca.
Fenerbahçe, yorgunluğuna bezginliğine, hedefsiz kalmasına rağmen yine de ciddiyetle oynadı Karabük’te... Sahadaki onbir oyuncudan sadece Orhan Şam yadırganacak durumdaydı. Gökhan’la beraber savunmada görev alıp stoper rolüne soyunması, ilginçti. Ötekiler zaten yerlerinin adamıydılar. Emre, Mehmet Topal ve Baroni gibi... Kuyt yoktu ama, Sow ve Webo ile birlikte Mehmet Topuz da yeterdi...
Karabükspor maçı kazanma niyetini baştan ilan etmişti. Başka çaresi de yoktu zaten.... O yüzden Ahmet İlhan, LuaLua, Gökhan ve Shelton’la hücum karakteri sergilediler. Mehmet Topuz’un golüyle geriye düştüler ama sarsılmadılar. Abitoğlu’nun Mert Günok - Gökhan Ünal temasına verdiği
Alıştığımız ve kanıksadığımız her türlü rezilliğin üstüne sonunda kan da sıçradı. Askere gitmeye hazırlanan, meslek öğrenmeye ve eğitimini olabildiğince sürdürmeye çalışan, gelecek hayalleri kuran Burak Yıldırım, holiganların bıçak darbeleriyle futbol kurbanlarının arasındaki yerini aldı.
Bu ilk değildi, biliyoruz. Ama buna alışmamıştık, alışamayız.
Burak kardeşimiz, bu dünyadan ummadığı bir zamanda çekip giderken belki son kurban olabilir.
Filiz yaşamını kaybetmesi, ders çıkarmamıza, kaldıysa vicdanımızın da kanamasına, sorumluluk duymamıza, çare aramamıza yardımcı olacaksa, belki utanmaktan kurtulabilriz.
Dünya derbisi diye diye suyunu çıkardığımız şu ezeli rekabet, endüstriyel futbol çağına ne kadar görgüsüz, hazırlıksız, donanımsız, çırılçıplak bir cahil cesaretiyle girdiğimizi bize gösterdi, nihayet...
Parayı üretmek için kendini hiç zorlamayan, devletin, şirketlerin, şahısların yarattığı kaynakları paylaşırken arsız kedi kavgaları yapan, rekabet sözcüğünün yerine düşmanlığı, yarış ve barışın yerine savaşı ikame eden, kolay ve gösterişli transferlerle çabucak başarı uğruna her türlü sorumluluktan kaçan,ilkesizliği ve popülizmi en geçerli taktik olarak benimseyip
Skor tabelasına bakmayın. Orada sadece gollerin sayısı var. O rakamlar bir de kazanan takımı açıklar.
Kazanan takım Fenerbahçe! Şampiyonu yenmek elbette avutur taraftarı... Futbolcular aradıkları teselliyi bulur. Bir de evinde asla kırılmayan bir gurur...
Galatasaray’a bakarsak... Kimliğini kaybetmiş futbolcularla Kadıköy’e uğramışlar. Ne Muslera ne Semih, ne Gökhan... Ne Hamit, Selçuk, Melo... Ne de Terim’in sürprizi Elmander! Hepsi de hayal kırıklığı kahramanlarıydı. Zembereği boşalmış saat gibiydiler. Duruyorlardı, şaşkınlardı.
Burak Yılmaz da öyle. Amrabat ve Aydın da bozmadılar o şaşkınlar korosunu.
‘Nasıl olsa biz alacağımızı aldık’ dercesine maçı Fenerbahçe’ye bıraktılar.
Bir Drogba! Elinden geleni yapmaya çalıştı. Arkadaşlarını toparlamak istedi, Allah’ı var.
Fenerbahçe, penaltıyla geriye düştükten sonra dağılmadı, sarsılmadı. Konuğu gibi kaybolmadı. Kendi evindeki maça inanılmaz bir istek ve dirençle sahip çıktı. Kimse o gollerin arkasındaki penaltı kararına, faul tartışmalarına takılmasın. Fazlasını yapmaya niyet eden, niyetlenen kimdi? Maçı kimin sahiplendiğine baksın.
Umut ve mutlulukla, gururlu bir hüzünle terk edecektik İnönü Stadı’nı... Olmadı. Kuşaklar boyu unutulmayacak bir gün, acıya bulandı. Hatay’da 42 yurttaşımız çifte bombalı suikastın kurbanı oldu.
Dolmabahçe yolunda Çarşı’nın yürüyüşü “biber gazı” ile kesildi, polis yine kolayı değil, “olay”ı seçti. Sonra şu saygı duruşu rezilliği.
Bursaspor Başkanı İbrahim Yazıcı’yı kaybetmişiz. Ailesinin ve kulübünün acısına ortak olmuşuz... Gelin görün ki saygı duruşu kimsenin umurunda değil. Herkes slogan atıyor, tezahürat yapıyor.
Böyle veda mı? Olmaz olsun! Acıyı, üzüntüyü, kederi paylaşabiliriz ama, utancı paylaşmak istemiyoruz.
Yeter artık! Maçı kazanmak, golü alkışlamak güzel de... İnsanlığımızı kaybedersek... Neye yarar o goller, o maç? Ya da aynı tablolara tanık olacaksak... Yeni stada ne gerek var!
***
Neresinden bakarsanız bakın, yine de bozulmayan, çözülmeyen, kirlenmeyen bir masumiyeti var futbolun...
Pekin 2008 Olimpiyat Oyunları’nda 50 kilometre yürüyüşü 3 saat 37 dakika 9 saniyede tamamlayıp altın kazanan İtalyan atlet Alex Schwazer, 2012 Londra’ya hazırlanırken kendini güçsüz ve yorgun hissediyordu. Yakın arkadaşları birilerini buldu, o birileri de çareyi söyledi: “Türkiye’ye git!”
Alex Schwazer, Antalya’ya geldi. Bir eczaneye gitti ve 1500 pound ödeyerek reçetesiz 5 adet EPO (Eritopoiein) içeren ilacı aldı. Otel odasında kendi elleriyle iğneleri yaptı. Artık ikinci altın madalya için hazırdı! Olmadı, İtalya Milli Olimpiyat Komitesi (CONİ) oyunların başlamasına birkaç gün kala tüm sporcuları doping testine soktu. Kan ve idrar örnekleri aldı. Alex’in doping aldığı ortaya çıktı. Kafileden çıkarıldı ve cezalandırıldı.
Bu öyküyü, geçen yıl Londra’dan yazdım. Ama doping üzerine yazılıp anlatılacak o kadar çok öykü var ki, bunların bir araya toplanmasıyla bir roman bile yazılabilir.
Bugün başka bir doping kâbusu ile uyanmış durumdayız.
Türkiye Atletizm Federasyonu, IAAF’in uyarısıyla iki şampiyon atletimiz; Nevin Yanıt ve Aslı Çakır Alptekin’in doping ve kan değerleri konusundaki kuşkular giderilinceye kadar faaliyetlerinin askıya alınmasına karar verdi. Mersinli Nevin