Dünya Salon Atletizm Şampiyonası, gurur duyacağımız başarılarla sona erdi. Ev sahibi olarak hem atletleri, hem de IAAF’i tatmin eden bir organizasyonu başımız ağrımadan, utanmadan, onların teşekkür ve kutlama mesajlarıyla gerçekleştirdik.
Arada start tabancasından çıkan sesin yankılanmasıyla yaşanan küçük sorunlar da vardı. Ama bunlar dünyanın her ülkesinde, her organizasyonda görülebilecek aksaklıklardı. Giderildi ve unutuldu.
Beni asıl mutlu eden, Ataköy Atletizm Salonu’nda gişelere yapıştırılmış duyurulardı: BİLETLER
TÜKENMİŞTİR
Böyle organizasyonlarda spor seyircisi, özellikle de atletizm seyircisi bulamayacağımızı sık sık dile getiren Hıncal (Uluç) Abi’nin kaygıları da böylece sonlanmış oluyordu. İzmir’deki Universiad 2005, seyirciyi fazlasıyla toplamıştı. 2010 Basketbol Dünya Şampiyonası ve 2011 WTA kadınlar tenis şampiyonasında biletler karaborsaya düşmüştü. Atletizmde de öyle. Son gün, karaborsada 25 liralık biletin 100 liraya alıcı bulduğunu duydum.
Şimdi koca şampiyonayı 1 gümüş, 1 bronz madalya ile kapamanın ne kadar başarı sayılacağı tartışılıyor.
İlham Tanui Özbilen’le Aslı Çakır Alptekin’in seyircimizin muhteşem desteği ile kazandıkları başarılar, her
Hektor Cuper’in Orduspor’a gelişinden beri Karadeniz’de bir başka futbol rüzgârı esiyor...
O rüzgâr dün de Beşiktaş’ı önüne katıp savurdu, sürükledi, uçurdu.
Culio, Stancu, Hakan Özmert, Gosso, Yalçın... Oyunu hem seyir zevki ile güzelleştirdiler, hem de kazanma istek ve azmiyle zenginleştirdiler...
Beşiktaş açısından bu maç, daha yola çıkarken kaybedilmişti...
Artık gitmek için her türlü çirkinliği ve yanlışı yapan, bunu da büyük bir pişkinklikle gerçekleştiren Quaresma, taşıdığı bütün değerleri elinden düşürmüştü... Arkadaşlarının yükünü paylaşmıyor, o nedenle hiçbiri ona güvenmiyordu... Bireysel katkısı da oyunu sadece kendi yetenekleriyle sınırladığı, takımın bir parçası olamadığı için sıfırlanmıştı.
Madrid’de Carvalhal’a karşı çirkin davranışları nedeniyle Ordu kafilesinin dışında kaldı Q7. Gelin görün ki bu durumdan bir fırsat olarak yararlanması gereken Holosko da dünkü 45 dakikalık oyununda hiçbir etkinlik gösteremedi.
Beşiktaş, baskılı oynayan, üst üste hücum tazeleyen Orduspor’u kendi ceza alanında ağırlıyordu... Bu ağırlama (!) sırasında Rüştü’nün kurtarışları olmasa açık farklı bir yenilgi bile sözkonusu olabilirdi Beşiktaş için. Savunma göbeğinde Sidnei
Maçın galibi belliydi... Endüstriyel futbol dünyasının güçlü markası menajer Mendes, hangisi galip gelip tur atlasa “kazanan adam” olacaktı. İki takımda toplam 14 futbolcusu bulunan bir “kurt” için bundan daha güzel bir av partisi olabilir miydi? Elbette olamazdı!
Partinin Madrid’deki ilk ayağında Atletico, Braga’yı elemiş mağrur bir takım yerine dağınık, şaşkın ve etkisiz bir konukla karşılaştı.
Carvalhal’ın sakatlık ve formsuzluklar yüzünden on biri belirlemekte kararsızlık yaşadığını gördük. Sakatlıktan dönen ve henüz güven vermeyen İsmail’i kulübede tutup savunmanın sol kanadında Veli Kavlak’ı görevlendirmesi bunun en belirgin örneğiydi. Salvio’nun iki golü sağdan, Beşiktaş’ın solunda Veli’nin kontrol ettiği alandan geldi. Portekizli hoca, oyuncu tercihinde ağır bir bedel ödemek zorunda kaldı. Bir de Adrian’ın golü var... Necip’in körlemesine kendisine ikram ettiği topla buluşan Adrian, Ernst, Sivok, Egemen’in arasından slalom yapar gibi geçip çok rahat bir vuruşla skoru zenginleştirdi.
Mustafa Pektemek’i santrfor olarak sahaya sürmekle, Braga maçının aksine, hücuma katılmak, oyuna ortak olmak isteyen Carvalhal’ın düşüncesi başlangıçta doğruydu. Ne var ki Mustafa da
Bir açık hava sporu ve sporların anası olan atletizm, salonda yapılır mı? Evet, yapılır!
Mesafeler küçülse de insanoğlunun Kronos’a (mitolojideki zaman tanrısı) karşı savaşı salonda da sürecektir. O nedenle Dünya Salon Atletizm Şampiyonası hele Londra 2012 Olimpiyat Oyunları öncesinde birçok dalda önemli bir test özelliği taşımaktadır ve bu organizasyonun İstanbul’da düzenlenmesi, hepimiz için haklı gurur kaynağıdır.
Salon Dünya Atletizm Şampiyonası cuma günü Ataköy’de 32 milyon TL harcanarak yapılan yeni tesiste düzenlenecek.
Bu salona Ataköy Atletizm Salonu denmesi, doğrusu beni üzüyor.
Hürriyet’in önerisiyle bu çağdaş tesisin adını “Jerfi Fıratlı Atletizm Salonu” olarak tescil ettirmeliyiz.
Hıncal (Uluç) Abi’nin de yazdığı gibi Jerfi Fıratlı, bu ülkenin gençlerine, özellikle de genç gazetecilerine atletizmi sevdiren adamdı. Öte yandan Jerfi Ağabey, dönemindeki atletler için çok önemli bir başarı kriteriydi. Rahmetli babam Sedat Akın, sık sık övünürdü: “1949 mevsim kapanış yarışlarında 1.81 atlayıp Jerfi’yi geçmiştim” diyerek.
Sabırla koruk helva olurmuş. Trabzonspor sabretti, çözülmedi, dağılmadı, disiplininden ve kazanma isteğinden vazgeçmedi.
Geriye düştüğü maçı inanılmaz bir enerjiyle kazanmasını bildi.
Beşiktaş, kendi evinin sahibi olamayan ev sahibi kimliğiyle İnönü’de sadece derbilerde 7 puan kaybederek hiçbir zirve takımına yakışmayacak ve yakıştırılmayacak bir tuhaflıkla çözüldü, dağıldı ve kaybetti!
Derbi garipliklerle başladı.
Almeida ve Burak, üstüste girdikleri pozisyonlarda inanılmaz golleri kaçırarak hanımların ve çocukların önünde gülünç durumlara düştüler. Buna karşılık iki kaleci, 1 numaraların da bu gösteride pay sahibi olabileceğini anlattı bizlere. Özellikle Cenk Gönen... Burak’ın, Olcan’ın, Volkan’ın vuruşlarında öyle kahramanlıklar yaptı ki, maç bittiğinde özellikle Sidnei’nin ayağına çarpan toptan yediği Colman golü yüzünden üzüntüyü en çok hak eden oyuncu oldu.
Cenk’in talihsizliği bir yana, Beşiktaş’ın maçı kaybetmeye daha yakın taraf olduğu, daha maçtan önce anlaşılmıştı.
Carvalhal’ın kendince haklı nedenleri olabilir. Ama on bire baktığımızda İbrahim, Sivok, Sidnei ve Ersan Gülüm’le oluşturulmuş savunma hattına ilaveten hangi taktikle ne oynadığı
Milli Takım’ın yeni hocasıyla eski yeni futbolcularının tanışma ve buluşma kokteyli gibi bir maç izledik...
Rakip, Süper Lig’imizden takviyeli (!) Slovakya idi.
Geçen yaz, Güney Afrika’daki Dünya Kupası’nda futbolseverlerin sempati ile izlediği Slovakya, Bursa deplasmanında hem havasını attı, hem de gollerini.
Peki skor tabelası neden böyle oluştu?
Her şeyden önce ilk kez bir arada oynayan bir savunma bloku ile mücadele etti bizimkiler. Gökhan Gönül, Semih Kaya, Ömer Toprak ve Caner Erkin, zaman zaman kazandıkları toplarla oyun kurarak savunma bölgesinden çıkarken, fena halde top kaybettiler. Slovaklar, o toplarla çok çabuk organize oldu... Hem bireysel yetenekleriyle, hem de takım organizasyonlarıyla çok rahat gol pozisyonlarına girdiler... Bizim savunmacılar, orta alana kadar toplu halde çıktıklarından, geri dönmeleri kolay olmadı, dağıldılar.
Sinan Bolat, ilk golde hatalıydı. Ama sadece kaleciyi eleştirmeyelim... O goller takımca dağınıklığın ve gevşekliğin sonucunda geldi. Hele Stoch’un golü... Sinan’ın Holosko’nun vuruşundaki muhteşem kurtarışını da alkışlamak, bizim borcumuz olsun! Fenerbahçeli Gökhan Gönül, Fenerbahçe’deki takım arkadaşının Fenerbahçe’de
Haydi şunu itiraf edelim: Milli Takım Teknik Direktörü, Türk Futbolu’nun kum torbasıdır.
Kadro seçiminden saha sonuçlarına kadar hemen her konuda en başta medya, Milli Takım hocasına vurur da vurur.
Meslektaşları da önce destekleme mesajları verirler. Sonra ufak ufak, inceden inceden iğnelemeler, doğramalar başlar.
Yanlış oyuncuların seçildiğini, doğru seçilenlerin de yanlış oynatıldığını fısıldayanlar olur. Kötü sonuçlar alındığında yüksek sesle ortama gaz verirler.
O nedenle yıllardır söylediğimi yine tekrarlayayım:
Milli Takım, Türk antrenörlerinin kafasının konduğu kurban sunağıdır.
Bu sunaktan kelleyi kurtararak çıkmış hocayı hatırlamıyorum ben.
Kimse yanlış anlamasın, oldum olası hücum futbolundan yanayım. Oyunu güzelleştiren yaratıcılıkların, kazanma azminin, atılacak gollerin peşindeyim. Ama bu tercih “savunma disiplini” dediğimiz temel unsuru inkar etmek anlamına gelmiyor.
Yaşamak için savunacaksın. Kazanmak için de savunacaksın. Savunman yoksa, hücum etsen ne yazar!
Galatasaray-Beşiktaş derbisi, oyunun vaat ettiği rekabetin, mücadelenin ve heyecanın güzelliklerini fazlasıyla sundu bize. İki takım da, hocalarıyla birlikte bu nedenle saygıyı hak ettiler.
Beşiktaş, Carvalhal’ın şikayet ettiği üzere yoğun maç trafiğinden dertliydi. Belki fizik olarak değil, ama mental olarak futbolcuların yorgun olduğunu gözledik. Buna rağmen skorda geriye düşmelerine rağmen maçı bırakmadılar, oyunun içinde kaldılar.
Puan farkının 14 ’e çıkmasıyla şu soruyu sormak da kaçınılmaz oldu:
“Bu saatten sonra play - off oynansa ne olur, oynanmasa ne olur?”.
Beşiktaş’ın temel sorunu savunma... Hemen her maçta abuk gollere izin veriyorlar. Simao ve İsmail’in durduramadığı Eboue atağından gelen Elmander golü, bunun başlangıçtaki tipik örneği...