Nazım Erken hocamız, siyasi kimliğini bilim adamı kimliğinin önüne hiç çıkarmadı. Bu konuda TBMM’nin belki de en duyarlı üyesidir. Biliyorsunuz, hocamız spor alanlarında şiddetin önlenmesiyle ilgili TBMM Araştırma Komisyonu Başkanı olarak aylar süren bir çalışma yaptı. Sonunda raporunu TBMM Başkanlığı’na verdi.
Bu rapor, siyasetten uzak bir gerçekçilik ve popülizmden uzak bir iradeyle kabul edilirse, Türk Sporu tümüyle yeniden düzenlenecek ve çağdaş bir sıçrama yapacaktır.
Olur mu, olmaz mı ? Siyasetçiler ve spor adamları sorumlu davranırlarsa, olur! Hayır, spor alanlarında iktidar sahibi olmak, dilediğince at koşturmak isterler ve işi sulandırırlarsa, olmaz!
Spor ekonomisti olarak kendine özel bir uzmanlık alanı daha açan sevgili dostum Tuğrul Akşar, Nazım Hoca’ya özel bir rapor sunmuş... Bu raporun, Komisyon raporunda önemli bir içerik oluşturabileceğini düşünüyorum...
Akşar’ın değerlendirmesine göre;
Dört Büyükler’in toplam borcu 990 milyon TL’nin üzerinde. Siz bu yazıyı okurken 1 milyar TL’yi aşmış olabilir.
Türkiye’de futbol kulüplerinin geliri ile gideri arasındaki fark, yüzde 38 eksi bakiye veriyor. Öte yandan kulüp futbol gelirinin yüzde 33’ü de futbol dışı
Skor tabelasına ve gollere alkışlar... Beklediğimiz üç puanı almak da güzel. En azından Haziran’daki Belçika maçına kadar umutla avunabiliriz.
Ama gollerin, tabelanın ve puanın ötesindeki gerçekliğimize bakarsak...
Milli Takım pek iyi bir görüntü vermedi.
Öncelikle Hiddink’in Semih’i 72 dakika kulübede oturtup oyuna Burak’la başlamasını yadırgadık... Günlerden beri bu maçta santrfor görevini Semih’in alması gerektiğini hemen her türlü görüş sahipleri dillerinde tüy bitene kadar tekrarlarken, Hollandalı hocanın bu fikirlere sağır kalması, Semih’e itibar etmemesi kolay anlaşılır bir durum değildi...
Burak Yılmaz, belki deplasmanda tek santrfor oynayabilir. Sağlam fiziği, fuleleri ve yeteneğiyle bunu hak ediyor. Ama kendi sahanda mutlak kazanmak zorunda olduğun maça Semih’le başlayacaksın.
Futbol aklı böyle söylüyor. Hiddink de akıllı adam, usta adam ama, onun aklında bizim anlayamadığımız başka derinlikler var belki, bilemiyoruz!
Her biri ayrı bir değer olan yenilenmiş kadrodaki oyuncuların gelecek maçlarda daha bütüncül oyunlar sergilemesini bekliyoruz. Dün beklediğimiz düzeyde değillerdi, maalesef!
Bu bahar başka bahar! Vakıfbank Güneş Sigorta Türk Telekom ve Fenerbahçe Acıbadem, Avrupa Şampiyonlar Ligi Bayanlar dörtlü finalinde şampiyonluk ve üçüncülükle onurlandırdılar ülkemizi... Şöyle geriye bakıyorum da hayalini bile kuramadığımız büyük başarılar artık yaşadığımız gerçeklere dönüşmüş...
Çook eski yıllarda voleybol Sovyetler Birliği ile Doğu Bloku ülkelerinin, eh birazcık da İtalya ve Almanya’nın egemenliği altındaydı... Bu ezici egemenliğin dışında kalanlar, Batı Avrupa ülkelerinde “Bahar Kupası” adıyla bir tür teselli turnuvası düzenler, bizler de orada sağlanmış başarılarla (!) avunurduk.
Aradan yıllar geçti, mevsimler değişti... Dedik ya, bu bahar başka bahar!
Baharı güzelleştiren, gurur ve ümit çiçekleriyle hayatımızı renklendiren başarı, asla rastlantı değil... Her biri sabır ve ısrarın, adanmışlığın, dürüstçe oluşturulmuş adil bir rekabet ortamının ve sağlam projelerin ürünü...
Örneğin şu yabancı oyuncu meselesi...
Türkiye Voleybol Federasyonu Başkanı Erol Ünal Karabıyık, geçen yıl 3+1 olan kontenjanı bu yıl 3’e indirdi... Kulüplerden yükselen itirazları da onları ikna ederek göğüsledi. Esen rüzgârlara kapılmadan büyük bir kararlılıkla ligleri başlattı...
U
Schuster’in gidişinden sonra akılları kurcalayan soru: “Yabancılar kalacak mı, gidecek mi?”
Avrupa liglerinde pek de gündeme gelmeyen bu soru, maalesef ülkemizde her yabancı antrenörün gidişinden sonra gündeme geliyor.
Kalırlar mı, giderler mi, henüz bilemeyiz... Bunun yanıtını gelecek haftalarda, belki de sezon bittiği zaman göreceğiz.
Ama dün gördüğümüz gerçek, yabancıların hem de dört golle Beşiktaş aşklarının henüz bitmediğini, sönmediğini belgeledi.
Kayserispor karşısında yenik duruma düştükten sonra, özellikle oyuna asıldılar. Takımın savunma, orta alan ve hücum sorunlarıyla adeta boğuşarak, kendi yanlışlarını ve hatalarını sürekli örtme gayreti içinde olağanüstü bir istek ve enerjiyle oynadılar. Maçı çevirmeyi başardılar. Beşiktaş’ın uzun süredir unuttuğu bir şeydi bu. Kaldı ki öne geçtikleri maçları bile ellerinde tutamıyorlardı, hatırlayın.
Tribün sürgününden tek yetkili olarak sahaya ve kulübeye dönen Tayfur Havutçu, Schuster’in son zamanlarda dışlamaya başladığı Fabian Ernst ve Necip Uysal’ı oyunun merkezine koyarak doğru bir seçim yapmıştı. Beşiktaş, 4-2-3-1 düzeninde umut veriyordu. Ne var ki kontenjan zorlamasıyla Hilbert ve Sivok’u kadroya almaması,
3 boyutlu ilk maç yayınını izlerken bir kez daha gördüm ki, Süper Lig’imizin en büyük fenomeni Alex’tir. Adam hem sükunet, hem akıl, hem zeka, hem beceri ve hem de taktik harikası. Hiç istifini bozmadan, sinirlenmeden, gerilmeden, darılmadan ve küsmeden işini yapıyor. Bir Brezilyalı için kolay rastlanamayacak soğukkanlılık örneği, ama aynı zamanda takımın da çok değerli bir parçası. Evet... Hatta en değerli parçası! Onu adam adama markajla belki bir süre için durdurabilir, tutabilirsiniz. Ama duran toplarda ne yapacaksınız? Bu işin çaresini ne Gökhan Zan, ne Servet, ne Cana, ne de Hagi bulabildi.
Hagi ve Galatasaray, Arena’da armağan bir golle açılışı yaptılar. Fenerbahçe’den gözardı edilip, kapının önüne konan Kazım, beklenmedik inat ve ısrarla Santos’un üzerine öyle bir baskı yaptı ki, Brezilyalı’dan kopardığı topu önce Baros’a attırdı, Volkan’dan dönen şutu harika golle tamamladı.
Yine de tarih tarihtir. Üç boyutlu ilk derbinin ilk golünü atmak bizim sonradan keşfettiğimiz sevgili yurttaşımız Kazım’a nasip oldu.
Hedefi olan kazandı
Hagi ve Galatasaray, bu anlamlı golün değerini bilemediler. Skor üstünlüğüyle önce kendi yarı savunmalarına yaslandılar, sonra hücumda yıpratıcı
Schuster’in istifası sürpriz değil, yaşanan hayal kırıklığı sürecinin sonudur. Çoğunluğa göre gecikmiş, Beşiktaş yönetimine göre erken bir karar da olsa ayrılık kaçınılmazdı.
Schuster’in gelişi bir proje miydi, yoksa bir operasyon mu ?
Artık adı o kadar önemli değil. Proje ise iflas etmiştir, operasyon ise duvara toslamıştır.
Olan Beşiktaş’a olmuştur.
En çok da Beşiktaş Başkanı Yıldırım Demirören’e zararı dokunacaktır Schuster macerasının...
Onu getirirken sinsi ve aceleciydi. Denizli’nin sağlık sorunlarıyla hoca değişikliği bir arada yaşandı ve çabucak bitti.
Demirören, Schuster’le birlikte Quaresma ve Guti’yi de kadroya katarak tribünlerde yankılanan “Yeter” protestolarını sonlandırmayı kafasına koymuştu. Serdal Adalı’nın da enerjik katkılarıyla transfer süreci tırmandı, Simao, Almeida ve Fernandes’le adına “çete” dediğimiz bir grup oluşturuldu. Böylece Başkan, Beşiktaş taraftarının öfkesini umutlu bir heyecana çevirdi. Bu uğurda kişisel ya da kurumsal olarak ne kadar pahalı bir faturayı göze aldığı tartışılabilir ama kendi açısından başarılı oldu. Tribünlerdeki tepkiyi sonlandırdı. Şimdi o fatura Başkan’ın zarar hanesine yazılacaktır.
Galatasaray "aslanla" sembolize edilmiştir. Elhak doğanın en kahraman canlılarından biridir Aslan... Leşle değil, avla beslenir. Takım oyunu oynar, dişileri bile sıkı avcıdır.
Kimse kusura bakmasın, Hagi’nin yönetimindeki Galatasaray’ı aslana değil, kargaya benzetiyorum artık...
Hani ağzındaki peynirle dala konmuşken, tilkinin iltifatlarına kanıp şarkı söyleyen... Ağzındaki peyniri düşüren karga!
Skor avantajını (dün hem de iki kez) yakalayan, sonra o avantajı harcayan, rakibine yakalanan ve üç puanı enayice kaptıran takım gibi...
İstanbul Büyükşehir Belediye karşısında da aynı komediyi sergilediler, dün Ankaragücü önünde de.
Peki neden oluyor böyle?
Birincisi, Hagi’nin akıl almaz, bedene uymaz 4-3-3 inadı. İkincisi hiç uygun olmadığı halde, futbolcuları yanlış yerlerde oynatma tutkusu...
Maria Guttierez Hernandes’in hayatında acı bir güne tanık olduk. Real Madrid’in yaşayan efsanesi, yaş 35 yolun yarısı mı eder, futbolun sonu mu, bilemiyorum artık, Beşiktaş formasıyla kaptanlığı, oyun kuruculuğu, hücum organizatörlüğünü ve oyunun “ağır abiliğini” üstlendiği Manisaspor maçında adeta çöktü.
Ayağındaki topu, ayağını uzatan aldı. Önünü kapadılar, o da körlemesine atış yaptı, topu rakipleri kaptı. Kıvrak bir çalımla rakibini nasılsa ekarte eden Bobo, uzun bir top attı... O kadar hızlı ve sert değildi o pas... Topa yetişemedi Guti... Adeta yürüyordu... Ama yavaş yavaş yürüyordu... Top taca çıktı.
Guti’nin dramında göz yaşartıcı sahneler devam ediyordu...
Nasılsa aklıyla ayakları, rakipten daha çabuk davrandılar ve rakip savunmanın gerisine harika bir derin pas çıkardılar... Gelin görün ki Guti’nin eski günlerinden kalma bu ustalığa, Beşiktaş’ın hücumcuları Bobo ve Simao sağır kaldılar. Koşmadan, tek adım atmadan (belki de topu niye ayaklarına atmadığına şaşırarak) öylece duruyorlardı.
Kahroldu Guti... Belki de o zaman anladı ne kadar yalnız olduğunu!
Oysa Real Madrid’de hâlâ onun masalları anlatılıyordu. Resital maçlarının sayfaları parmak ucunda tıklanmaya