Doya, doya gerçek bir kupa finali izledik. Kadir Has Stadı da, Kayserispor’u kıskandıracak bir doluluk oranı ve heyecan atmosferine kavuştu.
Beşiktaş açısından alabileceği tek Avrupa vizesini simgeliyordu maç... Kupa kazanmanın ötesinde gelecek sezonun bütçesini de, kadrosunu da etkileyecek önemli bir kriter vardı ortada... Özellikle, “Dörtlü Çete”nin bir arada yola devam etmesi bile kupaya bağlıydı. Bu durum Beşiktaşlı tüm futbolcuların üzerinde ağır baskı oluşturdu. Hele finalde de ligdeki, “baş belası” takımla buluşmaları, baskıyı daha da artırdı.
Büyükşehir, yıllardan beri Abdullah Avcı’nın liderliğinde bir arada oynayan, iyi futbol için çaba gösteren gerçek bir takımdı. Daha da ötesinde, birçok futbolcu için “ikinci bahar”ı müjdeleyen harika bir takımdı. İbrahim Akın, Gökhan Ünal gibi... Avcı ve takımı da verdikleri emeğin ödülünü arıyordu.
Maçla birlikte Büyükşehir tıkır, tıkır takım oyunu oynamaya başladı. Savunmadan, ileri ucuna kadar çabuk ve akıllı paslarla oyunu kuruyor, Tum ve İbrahim Akın’la baskı oluşturuyorlardı. Beşiktaş, Büyükşehir'in bu bütüncül oyununa ayak uyduramadı. Yine her şey Quaresma’nın becerisine, yaratıcı hamlelerine kalmıştı. Guti ve Simao
Spor Toto Süper Lig’in kalitesi tartışılırken, öne çıkan en geçerli eleştirilerden biri, “düşük yoğunluklu” rekabet olarak dile getiriliyor.
Sevgili kardeşim Uğur Meleke’nin geçen hafta yazdığı yazıda, takvim, sezon planlaması ve Avrupa Kupaları’na az sayıda (beş takımla) katılma durumundan dolayı lig kalitesinin bir türlü gelişemediğini, hedefsiz ve nafile maçlarla sezonu tamamlayan takım sayısının fazlalılığını öne çıkarıp “16 takımlı lig”e dönüş için bir tür “yoklama” yapmasını çok ilginç buldum.
Ben tam aksine, ligin 20 takıma yükselmesini düşünüyorum!
Hemen şunu söylemeliyim: Ligdeki takım sayısının karalama defteri anlayışıyla yıldan yıla sürekli tartışılmasından yana değilim. Kendi adıma bugüne kadar iki konuda duyarlılık gösterdim: Birincisi, ligdeki düşme kalkma ya da takım sayısıyla ilgili olarak siyasetçilerin susması gerektiği... İkincisi, 18 takımlı ligin ülkemiz için en iyisi olduğu!
Futbolda (yeterli ya da yetersiz) özerkliğin hayata geçmesiyle çok şükür siyasetçiler lig üzerindeki rollerini ve güçlerini kaybettiler. Konu doğal mecrasına dönüp spor adamlarına kaldı.
18 takımlı lig ise, çoktan 25 yılı geride bıraktı. Türkiye’nin o dönemdeki nüfusu
Trabzonspor - Gaziantepspor maçında stada sokulan, tribüne asılan pankartı hatırladınız mı? “Günahların Takımı Fenerbahçe” yazıyordu o pankartın üzerinde...
Yeni Şiddet Yasası’na göre de yasaktı o pankartı tribüne asmak, eski yasaya göre de o pankartın tribünde yeri yoktu.
Ama başka bir gerçeği vardı Türkiye’nin: Güvenlik güçleri, “İnfiale neden olur” diyerek pankartın kaldırılmasını isteyen federasyon yetkililerini geri çevirdiler.
İnfial... Bir grubun, ya da kişinin, bir gruba ya da kişiye karşı, ya da ne bileyim herhangi bir kuruma karşı içerlemesi, öfkelenmesi, kızması...
Masum gösterilerde, hak arayışlarında “infial” sözcüğünü aklına bile getirmeyip copuna sarılan güvenlik güçleri, olay spor alanlarında yaşanınca bazen kuzu kuzu bir anlayışa, haksız biçimde “infiale” ve “öfkeye” saygı duyuyorlar. Çok munis, çok şefkatli davranıyorlar...
Böylece haksız öfkeye, kin ve nefrete peşinen kredi açıyorlar. Yeni şiddet yasasında böyle abuk hoşgörülere yer yok ama, popülizmde sonsuz bir anlayış var!
Bursa Valisi Sayın Şahabettin Harput, yıllardır kasten kanatılan, kabuk bağlamasına bir türlü izin verilmeyen yaraya iyi niyet, ciddiyet ve sorumlulukla bir neşter vurdu.
Lig TV’de Maraton’u izlerken Mustafa Denizli ile Şansal Büyüka’nın Fenerbahçe - Trabzonspor arasındaki zirve rekabeti nedeniyle averaja takıldıklarını gördüm... Doğrusu bu konuya takılmamak elde değil... İki takım da 73 puana sahip ve şampiyonu belirleyecek kriter, ister istemez “averaj”a takılıyor.
Neredeyse 10 yıldır uygulanan ikili averaj sistemi, zirvedeki kilitlenme nedeniyle yeniden sorgulanıyor.
Bugün uygulanan “ikili averaj” sistemini yanlış hatırlamıyorsam, 2001 Mayıs’ında ben önerdim...
Geçmiş yıllarda sezonun son haftalarına girildiğinde inanılmaz bir gol bereketi yaşanıyordu... Beş gollü, altı gollü, sekiz gollü galibiyetler peşpeşe yaşanıyordu. Gol kısırlığından, forvetlerin verimsizliğinden, savunmaların sertliğinden, kalecilerin şansından(!) yakınan ülke futbolu, o bahar bereketiyle acayip ve komik bir skor zenginliği yaşıyordu...
Elbette bizim gibi paranoyası gelişmiş (!), başarı için de hemen her türlü yolu, fırsatı ve kurnazlığı deneyebilen “işbilir” insanların çokça olduğu bir ülkede, masum ya da tasarlanmış averaj zenginliği, kuşkudan kurtulamıyordu... Şike, teşvik primi gibi kirli senaryolar, bazı kaleciler adına bankaya yatırılan paralar da futbol
Kazanmak ya da kaybetmek o kadar önemli değildi. Gergin ve korku dolu bir derbi de değildi bu... İçinde zirve iddiası yoktu. İki takım da ligi hayal kırıklığıyla sürdürüyordu...
Uzamaz, kısalmaz Amerikan bezi gibi bir derbiydi.
O yüzden İnönü’ye umutla gittim. Baskı altında kalmadan, rahat rahat keyifli bir maç çıkarabilirdi her iki takımın oyuncuları...
Kulübelerdeki "emanetçiler" de kendi pencerelerinden farklı bir taktik sunabilirlerdi bize...
Dahası Quaresma ile Arda Turan... Ne bileyim Simao ile Kazım Kazım, hafif tertip, inceden beceri örnekleri de sergileyebilirler, rakipleriyle ve biz futbol gönüllüleriyle “kafa” yapabilirlerdi.
Heyhat... Bunların çoğunu göremedim... İnönü’ye keyif umuduyla gittim, ama umduğumu da bulamadım hakçası...
İki takım da 4-2-3-1 oynuyordu... Savunmaların önündeki orta alan merkez oyuncuları Ayhan - Mustafa Sarp ile Aurelio - Manuel Fernandes, beklediğim ölçüde oyunu ileri taşımadılar maalesef. Yaratıcı katkılarını göremedim... Savunma ve tedbir ezberiyle oynadılar... Arada Fernandes’in bir iki uzak şutundan da bir şey çıkmadı... Forvet arkası hücum organizatörü ve beyin görevini üstlenen liderlerden Guti ve Culio da bir derbi
Fenerbahçe - Trabzonspor arasındaki şampiyonluk yarışının bu yıl nasıl sonuçlanacağını doğrusu kestiremiyorum... Kolay ezber, Fenerbahçe’nin İzmir’deki mucize maçla yakaladığı liderliği, kalan dört haftada kolay kolay bırakmayacağı biçiminde dillere pelesenk oluyor.
Bu tür ezberlerin bozulduğunu çokça gördüğümüz için, kendimi son dört haftanın bilinmez maceralarına teslim etmek daha keyif verici.
Fenerbahçe - Trabzon arasındaki rekabet de Üç Büyükler arasındaki yüz yıllık çekişmeyi pek de aratmayacak renkler ve derinlikler içeriyor.
Özellikle Trabzonspor açısından bu rekabet çok özel...
Trabzonspor, ligdeki altı şampiyonluğu kazanırken, peşinde hep Fenerbahçe vardı... Beşiktaş ve Galatasaray, tarihlerinin en bunalımlı, en karanlık, en verimsiz günlerini yaşadılar ve şampiyonluk yarışına gönüllerince katılamadılar. Buna karşılık Fenerbahçe her zamanki gibi hep iddialı, hep güçlü ve hep ısrarlı bir yarışmacı olarak Trabzonspor’un yoluna taş koymaya çalıştı...
Fenerbahçe, yabancı hocalarla Balkanlar’dan, Avrupa’dan ve yurt içinden en pahalı oyuncuları devşirip her transferi bugünün moda deyimiyle “shoppingfest”e dönüştürürken, Trabzonspor’da parola şuydu: “En iyisi
İki Beşiktaş var... Birincisi, Lig’deki tüm hedeflerini kaybetmiş, kendi büyüklüğü altında ezilen, hem kendi sahasında, hem de deplasmanda rotasını bir türlü bulamayan Lig’deki Beşiktaş... Öteki de elde kalan son umut kırıntılarıyla Avrupa’ya çıkış yolu arayan Kupa finalisti Beşiktaş...
Konyaspor karşısındaki Beşiktaş, Lig’den ne kadar soğuduğunu, ne kadar isteksiz olduğunu bir kez daha gösterdi. Düşünün, artık kümede kalması mucizelere bağlı Konyaspor bile sürekli hücum arayışları ile oynarken, orta alanda ve savunmada tatlı sert mücadele ederken, Beşiktaş oyunun her aşamasında tel tel döküldü. Güya yıldızlar topluluğu ama, o yıldızları ara ki bulasın...
Hepsi de rotayı şaşırmış, rastgele kör uçuş yapıyor...
Bir ara Quaresma ile Nihat, topu paylaşma ya da paslaşma konusunda birbirlerine girdiler. İbrahim Toraman hırlaşmayı erken bastırdı... Bir ara kaleci Cenk, cezaalanını terk edip uçarak attığı kafa ile golü önledi.
Sıkıcı mücadele
Ekrem ve İsmail, savunmanın her şeyden önce bir disiplin olduğunu unutmuş gibi... Sezon bitiyor, Beşiktaş kademeyi, alan ve adam paylaşımını bir türlü beceremiyor...
Sıkıcı maç beraberlikle bitti... Seyirciye sıkıntı vermede her iki
Öncelikle şunu söylemeli: Şayet içimizde bir “futbol vicdanı” varsa, Ziraat Türkiye Kupası’nın dört yarı finalisti de hem finale, hem de büyük ödüle layık takımlardır. Lig’de zirveye oynayanların dışındakilere baktığınızda bu gerçeği görebilirsiniz. Her birini ötekilerden ayıran farklılıkları var.
Gaziantep’teki yarı final rövanşına dönersek.
Olcan Adın’ın golü (Dk.5), tam da bir Kupa maçından beklenebilecek şeyleri vaat ediyordu. Gaziantep kalan iki farkı indirmek, kapatmak adına müthiş baskı oluşturabilir, zengin ve kaliteli kadrosuyla Tolunay Kafkas’ın hatırlattığı Galatasaray-Neuchatel örneğinden bir Antep versiyonu çıkarabilirdi. Biz de kendi adımıza bu futbol başkaldırısından, isyan ve hak arama oyunundan mutlu olurduk. Açık kanalda seyirci futbola doyardı.
Ne yazık ki öyle olmadı. Gaziantep çabuk bulduğu golün devamını getiremedi. Gerçi Olcan’ın attığı gole benzer pozisyonda bir şutu, Yalçın’ın penaltı tartışması yaratan bir atağı vardı ama, galiba rüzgâr dinmişti. Gaziantepspor baskılı görünen oyunuyla bol bol korner kazanıyordu, o kadar!
Beşiktaş açısından yedikleri gol “uyarıcı” oldu. Simao, Fernandes, Necip, Ernst, Quaresma ve İbrahim Toraman, hemen “sıcak