İnsan ne kadar mutlu olabilir ve “mutlu yıllar” dileyebilir ki? Omuzunda yüzlerce ölünün ağırlığı ve anlamsız savaşlarla beklerken yeni yılı, ne kadar mutlu olabilir ki? Sanki sığınaklara doluşmuş gibi; kendini korumaya çalışırken çöken ekonominin yarattığı savaş günlerinden, nasıl nice seneler umut edebilir ki?
Her geçen gün biraz daha fakirleşeceğini göre göre umut edebilir mi? Mutsuz yıllarıyla göz göze gele gele “nice mutlu senelere” kim diyebilir ki?
Diyebilir! Umut edebilir...
Bunu da en iyi Edip Cansever’in “Umuş” şiiri anlatır:
Bütün iyi kitapların sonunda /Bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda
Meltemi senden esen /Soluğu sende olan
Yeni bir başlangıç vardır /Parmağını sürsen elmaya, rengini anlarsın
Ben ve yaşıtlarım (!), şöyle bir çocukluğumuza döndüğümüz sohbetlerde sözü mutlaka dizi filmlere ve çizgi filmlere getiririz. Sohbet orada takılır kalır. Küçük Ev’den başlar, Dallas’tan çıkarız... Şeker Kız Candy, Heidi... Bugünün çocuklarına yanarız.... Çizgi filmlere bile giren şiddete kızarız.
Anlata anlata bitiremediğimiz, sohbetin en uzun bölümü işgal edense kuşkusuz Heidi olur. İsviçre Alpleri’nin üzerinde upuzun salıncağıyla tur atan, çıplak ayaklarıyla baharda, kışın karlarda koşuşturan Heidi’nin hikayesini anlatan çizgi film... O salıncağın uzunluğuna, bulutların üzerine çocukların nasıl uzandığına akıl erdiremediğimiz Heidi! Samandan yapılan yatakta bir delikten bakıp yıldızları seyrederek uykuya dalmak, keçi sütü, kızarmış et, siyah ekmek, beyaz ekmek, hatta sonrasında kurumuş beyaz ekmek, gökyüzünün kızıl rengi, küçük tabure, yakıcı güneşin altında kat kat giyinmiş pembe yanaklı küçük bir kız, “Adelheid!”, çatık kaşlar, gözleri görmeyen yaşlı nineye anlatılan öyküler, Peter, Clara... Aslında hiç yaşamadığımız ama seyrederken yaşamış gibi mutlu olduğumuzu, özgür olduğumuzu hissettiğimiz o fantastik ama büyükleri bile etkileyen hikaye... En etkileyicisi de kuşkusuz,
“BENİ kim hatırlarsa gülümseyecektir. Şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da sevdiklerim arasında hayattan korkan, yeis içinde olanlar bulunursa, onlara elimden geldiği kadar teselli ve cesaret vereceğim. Onları felaketime karşı gülmeye sevk edeceğim ve hiç kimse benim dünyamda en çok gözyaşı dökenlerden, cesaret ve neşesi az olanlardan biri olduğumu tahmin etmeyecektir” diyordu usta romancı, öykücü ve şair Sabahattin Ali, Sinop Cezaevi’nden Ayşe Sıtkı İlhan’a yazdığı bir mektupta...
H H H
25 Şubat 1907’de Gümülcine’de doğan Sabahattin Ali, İstanbul İlköğretmen Okulu’nu bitirip Yozgat’ta bir yıl öğretmenlik yapar ve 1928 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nca Almanya’ya gönderilir.
1930’da döndükten sonra Aydın, Konya ve Ankara ortaokullarında Almanca öğretmenliği, Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Müdürlüğü’nde memurluk ve Devlet Konservatuvarı’nda dramaturgluk yapar. 1945’te Bakanlık emrine alınır, İstanbul’da Markopaşa adlı mizah gazetesini çıkarır. 1948’de bir yazısı yüzünden tutuklanır, üç ay kadar hapis yatar. Sürekli izlendiği için yurtdışına kaçmak ister, ancak Kırklareli dolaylarında bir kaçakçı tarafından öldürüldüğü iddia edilir.
Sabahattin Ali fotoğrafları
Sabahattin
Bu yazı aslında biten bir bayramın ardından yazılmış düşünceleri taşıyacaktı. Sonra fikir değişti. Bayramdan sonra, İzmir’de adeta ‘açılışlar bayramı’ yaşanacağı haberleri görülünce, konunun da, uzun zamandır yılan hikayesine dönen Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi’nin (AASSM) açılışı olmasına karar verildi. Yazının resmi bile seçildi. Önümüzdeki günlerde açılacak olan merkezle ilgili son bilgiler alındı. Zira bu açılışın gerçekleşmesini en çok bekleyen, merkezi bir an önce son haliyle ilgili görmek isteyenlerdenim. Türkiye’nin altyapısı en güçlü ve donanımlı sanat merkezi olarak gösterilen AASSM’yi merak da ediyorum. Dünya standartlarındaki ses, ışık, havalandırma sistemiyle dikkat çektiği anlatılıyor. ‘Kent Meydanı’, ‘Kültür Platformu’ ve ‘Sanat Merkezi’ olmak üzere 3 ana bölümden oluşan, bin 153 kişilik büyük, 243 kişilik küçük salonu bulunan, üç kata yayılan ve köprüyle birbirine bağlanan sergi mekanları da yer alan AASSM, İzmir için adeta bir devrim niteliğini taşıyor. Böyle iddialı söylüyorum ancak İzmir gibi yıllar önce yüzlerce sinema, tiyatro salonu barındıran bir kentte böyle bir salon ancak bugün bitiyorsa buna da ben devrim diyorum.
Gece yarısı ve biz sokaktayız!
İşt
En yükseklerinde bir yerlerindeydim İzmir’in... “Bu şehri seviyorum” diyorum içimden. “Bazen kalabalığının içinde öyle kayboluyoruz ki, nerede yaşadığımızı unutuyoruz” diye iç geçiriyorum. Ve işte böyle zamanlarda yaşadığım yere kuşbakışı bakma içgüdüsü geliyor aklıma. Çıkıyorum Karşıyaka sırtlarına. Dünya Barış Anıtı’na... Işıkları seyre dalıyorum. Otoyolun, evlerin, gemilerin, sahilin... Işıkların az olduğu, ışıkların çok olduğu yerleri getiriyorum gözümün önüne. Günboyu ajans sıralarına düşen onlarca haberin ardında koybolan sokak aralarını daha iyi görüyorum şimdi. Haberler kayboluyor, o sokak aralarının insanları önümdeki manzaranın kahramanı oluyor. Az önce tam ortasındayken kulağımda çınlayan uğultusu gidiyor, yerini sessizliğe bırakıyor. Tek bir ses yok... Arabaların ışıklarını görüp seslerini duymamak... Dünya Barış Anıtı’nın olduğu noktadan neredeyse tüm İzmir’i görmek mümkün. Körfez tüm güzelliğiyle tam karşımda. Yaşadığım yere kuşbakışı bakıyorum. Sanki
İzmir’de, sahilde küçük bir mendilci kız, gülümseyerek mendil satmaktadır. Az ötede, bankta oturmuş, ağlayan bir genç kız görür. Gülümseyerek ona yaklaşır. Mendillerinden uzatır. Onun güleç yüzü, genç kızı da gülümsetir. Daha çantasından para bile çıkaramadan, küçük kız yoluna devam eder. Genç kızın ağlaması gülümsemeye döner. Cep telefonunu çıkarır ve bir mesaj yazar. O sırada meyhanede yalnız başına rakısını yudumlayan, yüzünde hüzün olan genç bir adama ulaşır mesaj: “Sevgilim özür dilerim. Seni seviyorum” Bu sözleri gören genç adamın yüzünde mutluluk belirir. Hesabı öder, kalkar. Sonra geriye dönüp, ona bütün gün servis yapan garsona 50 YTL bahşiş bırakır. Garson hem adamın mutlu ayrılmasına sevinir hem de bahşişe... Gülümser... Garson paydos ettiğinde, alışveriş yapar, elinde torbalarla yürürken, Konak Meydanı’nda kuşlara yem alır. Yüzünde bir gülümseme... Sonra döner yemi aldığı yaşlı kadına, 20 YTL uzatır. Yaşlı kadın şaşırır. Onun da yüzünde artık gülümseme vardır. Akşam olup da evin yolunu tuttuğunda, kasaba uğrar. Bir parça et alır. 20 YTL uzatır. Eve gelir. Aldığı etle yemek pişirir. Kırık dökük evinde, iki kişilik sofrasını hazırlar. İki bardak su ve tencerede pişmiş
Eğer”le “meğer”... Arada sadece bir harf var, bu yüzden pek de farkları yok gibi geliyor. Oysa o tek bir harf ne anlamlar yüklüyor. Bu günlerde öyle çok düşünür oldum ki... “Eğer” ve “meğer”i... Her adım atmadan önce cümleyi bir “eğer”le bir de “meğer”le kurar oldum. Sanki daha düzgün adım atıyorum. Daha doğru karar veriyorum. Yani cümleyi bir “eğer”le bir de “meğer”le kurunca!
Biraz da empati yapma yolu oldu bu cümle kurmalar bana. Kendini karşı tarafın yerine koymak lazım ya!
“Burada olsaydın eğer...”
“Burada yokken meğer...”
“Beni dinleseydin eğer...”
“Seni dinlememişim meğer...”
Bu kelime oyununu tüm yazı boyunca çoğaltırım aslında. Hatta tavsiye de ederim... Ama gelmek istediğim nokta rahat bırakmaz beni.
Fotoğrafa bakınca aslında, görünenler gerçekten güzel, coşkulu, duygu ve heyecan vericidir bazen. Her şey “tamam” gibidir. Haberciler bunu daha iyi bilir. Oysa fotoğrafa yaklaşınca, karenin içine usul usul girince hiç de öyle olmadığının farkına varırsınız. Güzel bir görüntünün ardında çoğu zaman ne hüzünler, ne kargaşalar, ne öfkeler gizlidir. Haberci fotoğrafta gizli ayrıntılara bakar zaten... Size anlatacağım iki fotoğraf karesini çözmek için ise çok da iyi haberci olmaya gerek yok aslında. Sadece gerçekçi olmak yeter de artar anlamaya.
* * *
İlk fotoğraf karesi Goran Bregoviç konserinden. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği 4. Balkanlılar Halk Oyunları Festivali’nde dünyaca ünlü müzisyen Goran Bregoviç konserinin Fuar Açık Hava Tiyatrosu’nda ücretsiz yapılacağı açıklandı önce. Fuar Açık Hava Tiyatrosu’nun kapasitesi malum. En fazla 5 bin kişi alır. O da ayakta, merdivenlerde, ek sandalyeyle.. Ancak İzmir gibi sanata bu kadar (!) düşkün bir şehirde, dünyaca ünlü bir müzisyen sahneye çıkacaksa taleplisi de çok olur. Yani bu konseri düzenleyenlerden, oraya kaç bin kişinin geleceğini tahmin etmeleri beklenir. Hele bir de o konser ücretsizse... Ne mi olur? En az