Pandeminin en zorlu günlerinde Londra Caz Festivali’nde ‘Istanbul Psychedelic’ konserleri vardı.
Dünyanın en prestijli müzik festivallerinden birinde İstanbul bölümünde Moğollar, İlhan Erşahin, BaBa ZuLa ve 2018 yılı Montreux Jazz Festival Talent Award sahibi Islandman sahnedeydi.
İlk kez pandemi nedeniyle çevrimiçi gerçekleşen festivalde İstanbul konserleri bir konser salonunda değil, İstanbul Boğazı’nda, köprünün önünde nefis bir İstanbul manzarasıyla birlikte gerçekleşti.
Bu konserleri izleyen her İstanbullu gibi gurur duydum.
Hem müzisyenlerimizin performansıyla, hem İstanbul’un büyüleyici güzelliğiyle, hem de dünyanın en önemli müzik festivallerinden birinin İstanbul’a özel bölüm ayırmasıyla.
Tabii bütün bunlar tesadüf eseri olmuyor.
Her ne kadar İstanbul’un güzelliği de, müzisyenlerimizin başarısı da sınırlarımızı çoktan aşsa da, bunları dünyaya daha iyi duyurabilmek için gizli kahramanlar gerekiyor.
‘Istanbul Psychedelic’ konserlerinin gerçekleşmesinde en büyük rol hiç şüphesiz Pelin Opcin’e aitti.
Karl Lagerfeld, Chanel ve Fendi gibi çok güçlü iki markanın uzun yıllar kreatif direktörlüğünü üstlendi, ama en büyük başarısı bu değildi.
En büyük başarısı kendisiydi; kendi kendini ikonlaştırmayı başardı, hatta bununla zaman zaman dalga da geçti; “Kendi kendimin karikatürüyüm, bir maskeyle yaşıyorum, Venedik Karnavalı benim için sürekli devam ediyor” diye anlatıyordu.
Balmain, Jean Patou, Chloé, Charles Jourdan, Krizia, Valentino gibi birçok markaya tasarımlar yaptıktan sonra daha genç yaşlarda beyaz saçla kendine bir imaj çizdi.
Sonra tasarımlarını çok beğendiği Hedi Slimane’in kıyafetlerini giyebilmek için bir yılda tam 42 kilo verdi. Onu özel yapan sadece yaratıcılığı değildi, aynı zamanda zamanın ruhunu da son derece iyi kurmasıydı.
49 yaşında Chanel’in kreatif direktörü olduğunda eskimiş ve güncelliğini yitirmiş bir markayı alıp 10 milyar dolarlık, hiç eskimeyecek bir marka haline getirdi. Bunun için de önce CC logosunu yarattı.
Tom Ford’dan Riccardo Tisci’ye birçok tasarımcının köklü bir markanın nasıl yeniden yükselebileceği konusunda önünü açtı.
85 yaşına kadar her gün çalıştı, “Çalışmazsam ölürüm” diyordu.
Elon Musk, sadece dünyanın en zengin insanı olmakla kalmadı, en çok sevilen ve en çok nefret edilen insanların da başında geliyor. 2009’dan beri aktif olduğu Twitter’da tam 84 milyon takipçisi olan Musk’ın Twitter’ı satın almasıyla gündeme gelen en önemli konu ifade özgürlüğü.
Hatırlayacaksınız; bir kadın gazeteci, birkaç yıl önce Daily Beast adlı haber sitesinde Elon Musk’ı eleştirmenin artık mümkün olmadığını, çünkü en küçük eleştiride bile Musk’ın Twitter’daki milyonlarca takipçisini kadın gazetecilere karşı kışkırtmak için kullandığını söyledi ve Musk’ı kadın gazetecilere ve bilime saygısızlıkla suçladı.
Elon Musk, iddiaları gülünç bulduğunu söylese de başta takipçilerini kadın gazeteciye yağdırdıkları küfürler ve hakaretler konusunda uyarmadı. Ta ki annesi Maye Musk, “Ben seni bilim kadınları arasında, bilime ve kadınlara saygılı yetiştirdim; bu yalan haberlerin kadınlara düşmanlık meselesi haline getirilmesinden utanç duyulmalı” diye bir tweet atana kadar! Daha sonra Elon Musk da takipçilerini, kendisini eleştirenlere hakarette bulunmamaları konusunda uyardı ama doğrusu artık çok geçti.
Elon Musk, PayPal, Solar City, Tesla ve SpaceX ile milyonları kendisine bağlamayı başardı. Tabii, Anıtkabir’den paylaştığı fotoğrafın da bizim kalbimizde ayrı bir yeri var.
(Soldan sağa) Musk’ın kardeşleri, film yapımcısı, CEO ve Passionflix’in kurucusu Tosca Musk, restoran işletmecisi Kimbal Musk ve annesi Güney Afrikalı model Maye Musk, Passionflix serisi “Driven”ın ikinci sezonu için Los Angeles’ta düzenlenen prömiyerde.
Erkek kardeşi Kimbal’ın Nextdoor Eatery ve The Kitchen ile gıda konusundaki sosyal yardım çalışmalarına, kız kardeşi Tosca’nın film platformu Passionflix’ine kadar Musk ailesinin her bireyini tek tek izlemekteyiz. En çok ilgimi çeken ise 74 yaşındaki süper model annesi Maye Musk… Maye Musk “Bir Kadın Plan Yaparsa-Ömür boyu macera, güzellik ve başarı için tavsiyeler” başlıklı kitabının Türkçe kapağını takipçileriyle paylaştı ve Türkiye’den rekor sayıda destek, yorum, alkış emojisi ve tabii “like” aldı.
Geçtiğimiz yaz yeme-içme dünyasının en şaşırtıcı transferi Urla’nın gastronomi üssü olmasında öncü olan Od Urla’nın şefi Osman Sezener’den geldi. Şef Osman Sezener, restorancı bir aileden geliyor, İzmir’in meşhur Pizza Venedik’i ve Venedik Catering’in de başında. Zeytin ağaçlarıyla dolu bir bahçede, yüksek tavanlı tamamen cam, son derece şık bir şef restoranı Od Urla.
Ege’yi çok iyi tanıyan, malzemeleri iyi bilen bir şefin mekanında mevsimin en taze lezzetleri ön planda oluyor tabii.
Sadece odun fırınlı, geniş açık mutfakta pişen şahane yemekler değil, el yapımı tabaklar ve şık sunumlar da, Od Urla’nın enerjisi de etkileyici.
Şef Osman Sezener geçen yaz The Edition Bodrum’da Od markasıyla değil, Kitchen Bodrum ile karşımıza çıktı.
Restoran yerel üretimi destekledi, tesisin kendi bahçelerinde sürdürülebilir bir yaklaşımla üretilen otlar, salata yeşillikleri ve sebzelerin yanı sıra, en taze et ve balık ürünleri yakın çiftliklerdeki yerel üreticilerden temin edildi.
Menünün öne çıkan lezzetlerinin başında ise şampanya ve kaküle soslu deniz mahsullü cannelloni, bottarga ve single malt viski eşliğinde linguine ve hurma püresiyle ve tarçınla tatlandırılmış dana kaburga, keşkek geliyordu.
Şimdi ise Osman Sezener Six Senses Kaplankaya bünyesinde açılacak olan Anhinga by OD ile karşımıza çıkıyor.
Mardin Bienali’ne ilk kez tam yedi yıl önce gitmiştim.
Mardin beni şaşırtmıştı, Bienali’yle, bienalle eş zamanlı kitap fuarı ve Ankara Devlet Opera ve Balesi ile birlikte düzenlenen Opera ve Bale Günleri’yle.
Biz İstanbul’da kendi küçük dünyamızda kendimizi büyük şehirde yaşıyor görürken bile opera ve baleye hasret kalmış durumdaydık o zaman.
Her şeyden önce Mardin’de bienal yapılması tabii ki çok olumlu, sergileri gezen ilkokul öğrencilerini görünce bunun değerini daha da iyi anlıyorsunuz.
Ama adında bienal olunca beklenti de ister istemez yükseliyor ve o beklentiyi karşılamak zorlaşıyor.
İstanbul, Venedik, Sao Paulo gibi hem dokusu olan hem de söylemi olan şehirlerle aynı kulvarda yarışabilmek elbette kolay değil.
Uluslararası Bienal Derneği’ne üye olmaya hak kazanan Mardin Bienali bu yıl 5. kez düzenleniyor ve aynı zamanda 12. yaşını kutluyor.
Direktörlüğünü Döne Otyam ve Hakan Irmak’ın yaptığı, Mardin Sinema Derneği’nin ev sahipliğinde düzenlenen bienalin küratörlüğünü Yeni Delhi’de yaşayan bağımsız küratör, teorisyen ve yazar Adwait Singh üstleniyor bu yıl.
Güncel sanat fuarı Contemporary Istanbul tam 17 yıldır düzenleniyor.
En son geçen ekim ayında Ali-Rabia Güreli ve tüm CI ekibi harika bir organizasyon gerçekleştirdi.
Fuar, sadece sergileriyle değil yan etkinlikleriyle de büyük ses getirdi.
Üstelik İstanbul’da farklı alanlardan birçok kişiyi bir araya getirmeyi başardı.
Fuarla ilgili tartışılan konulardan biri yeriydi.
Tersane İstanbul’a gitmek İstanbul’u bir kez daha ne kadar çok sevdiğimizi görmemizi sağladı.
Tabii bu durumda ister istemez Tersane İstanbul’daki yapılaşmayla ilgili de olumlu olumsuz birçok konu gündeme geldi.
Bu aşamada konuşulanların ne kadarının gerçekleşeceğini henüz bilmiyoruz.
Marina Abramović pandemi döneminde “Maria Callas’ın 7 Ölümü” başlıklı bir opera sahneledi. Bu hafta ise Monica Bellucci “Maria Callas: Mektuplar ve Anılar” ile İstanbul’daydı. Maria Callas’tan Leyla Gencer’e uzanıyoruz
Bu hafta Monica Bellucci İstanbul’daydı, Tom Volf’un yazıp yönettiği, ünlü soprano Maria Callas’ın hayatını anlatan tek kişilik tiyatro oyunu “Maria Callas: Mektuplar ve Anılar” ile Zorlu PSM’de iki gece üst üste sahnedeydi. Türk organizasyon şirketi Piu Entertainment’in kuruluşunun 10’uncu yıl etkinlikleri kapsamında. Aslında geçen yıl gerçekleşmesi planlanan 2 gösteri de pandemi nedeniyle bu yıla ertelenmişti. Hatırlayacaksınız, pandemi yüzünden ertelenen Maria Callas konulu başka bir gösteri daha vardı.
Marina Abramović, Münih’te ilk operasının prömiyerini pandemi döneminde yaptı ve “Performans koronavirüse değil, koronavirüs performansa uyum sağlamalı” dedi. Jay-Z’den Adidas ve Microsoft’a kadar birçok ünlü isim ve markayla iş birliği yapan Marina Abramović, şöhret, aşk ve içsel krizler hakkındaki performansta sahnede tam 7 kez ölüyor. Münih’teki tarihi Bavarian State Opera House’da sergilenen eserin adı “7 Deaths of Maria Callas”.
Kırık kalpten öldü
“Maria Callas’ın 7 Ölümü” aslında Nisan 2020’de sahnelenecekti ama pandemiden ötürü Eylül 2020’ye ertelendi. O zaman da 2 bin 300 kişilik salona sadece 200 izleyici alındı. Hatta orkestra üyeleri, sosyal mesafeyi koruyarak rahat oturabilsin diye salondaki ön koltuklar da kaldırıldı.
Opera eseri, Yunan asıllı Amerikalı soprano Maria Callas’ın hayatını anlatıyor. Yeteneği kadar armatör Aristotle Onassis ile yaşadığı aşkla da bilinen Callas’ın hayatını kendi hayatına benzetiyor Marina Abramović. Sanatçı Paolo Canevari ile ilişkisini Callas’la Onassis’in ilişkisine benzetiyor. “Kırık kalpten ölmek, en sevdiğin tarafından öldürülmek” diye özetliyor iki sanatçının da yaşadıklarını. “Maria Callas 53 yaşında kırık kalpten öldü; tek farkımız benim hayatımı işim kurtardı” diye de ekliyor 73 yaşındaki Marina Abramović. Abramović, eserin her bölümünde Hollywood aktörü Willem Dafoe tarafından öldürülüyor.
Filmler, Los Angeles’ta Kanye West ve Kendrick Lamar’ın video kliplerini de çeken yönetmen Nabil Elderkin tarafından çekildi. İlk yarıda Abramović çoğunlukla sahnenin ortasında gözleri kapalı hareketsiz yatıyor. 2.5 saatlik eserin ikinci yarısında ise Callas’ın Paris’teki evinde Abramović yataktan kalkıyor ve Callas’ın içsel sesini canlandırıyor. “Klasik bir sanat olan operayı parçalara ayırmak, filmle birleştirerek yeni bir şey yaratmak istedim” diyor Abramović.
Bu hafta Michelin yıldızlarının Türkiye’ye geleceğinin açıklanmasıyla birlikte Wagamama, Hakkasan, Yauatcha, Busaba gibi restoranların yaratıcısı Alan Yau’nun birkaç yıl önce İstanbul’da Gastroekonomi Zirvesi’nde yaptığı konuşmayı hatırladım.
“Yemek en güçlü duygu” diye başlamıştı gastronominin önemini anlatmaya.
Serotonin ve dopamin hormonlarını salgılamamıza yol açtığı için.
1992’de kendi yarattığı Wagamama markası öncülüğünde o yıllarda dünyada esamesi okunmayan ramen pazarının önceki yıl 24.4 milyar dolar büyüklüğüne ulaştığını anlattı.
Alan Yau, Türkiye’yi İspanyol, Fransız, İtalyan, Japon ve Çin mutfağı gibi dünyanın en popüler beş dünya mutfağının ligine çıkarmak için çözümler de açıklamıştı: “New York, Londra, Tokyo gibi şehirlerde 3 Michelin’li restoranlarla mutfağınızı temsil edin; İstanbul ve Gaziantep’e Michelin yıldızını getirin, Gaziantep’i San Sebastian yapın. Sosyal medyada dijital yemek içeriği paylaşın, Türkiye yemekleri ve malzemeleri için ürünün nerden geldiğini açıklayan garanti belgeleri yapın; ticaret engellerini kaldırın, daha çok sayıda uluslararası iş vizesi anlaşması sağlayın. Devlet katkısından daha çok işletme yararlanabilsin; pide, döner ve Türk kahvesi gibi Türk ‘comfort food’ sayılabilecek lezzetleri dünyaya tanıtın. Böylece 150 milyar dolar’lık gastro turizm pastasından da daha büyük bir dilim alın.”
Malum, her yeni restoran açılışında konu dönüp dolaşıp Michelin yıldızına geliyor.
Yıllarca konuştuk, İstanbul’da Michelin ayarında bir restoran olabilecek mi diye.