Her hafta onbinlerce kişi Bihter’i izliyor. Peki ya Ceren’i? Yüz binlerce korunmaya muhtaç çocuk bakımsızlık ve ilgisizlikle perişan oluyor. Aşk-ı Memnu ekibi korunmaya muhtaç çocuklarımıza yardım etmek için dizide kullanılan eşyaları satışa çıkarıyor. Onlara gösterdiğiniz ilgiyi korunmaya muhtaç çocuklarımıza da göstermek istemez misiniz?
Biz hala Aşk-ı Memnu ahlaka aykırı mı değil mi tartışmaları yaparken Aşk-ı Memnu bizim için bir şeyler yapmaya devam ediyor. İlk defa bir televizyon dizisi gerçek bir vakıf yararına çalışmalar yapıyor. Buralardaki kötü karakterlerin gerçek hayatta da kötü olduğuna bile inanabiliyoruz. Düşünün artık TV dizisi ve yardım kuruluşları ortaklığının ne kadar iyi bir sonuç verebileceğini...
Herkes Sait Halim Paşa’da buluşuyor
Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı ve Ay Yapım’ın ilk ortak çalışmasında Feryal Gülman ve Gülay Kamaz’ı oyuncu olarak izlemiştik. Şimdi de bu vakıf ve Aşk-ı Memnu ekibi 24 Şubat Çarşamba günü Sait Halim Paşa Yalısı’nda bir öğle yemeği düzenliyor.
Daha Cenevre’den uçağa binerken herkese küçük bir kırmızı paket hediye ediliyor. Erkeklere bir THY anahtarlığı. Kadınlara ise çanta askısı. Çanta askısı gerçekten çok pratik bir şey. Masanın üstüne koyup artık bir yatırım aracı da sayılan çantanızı yerlerde sürünmekten ya da daha geleneksel bakışla bereketinin kaçmasından koruyorsunuz.
THY’nin hediyesi bununla da bitmiyor. Yemekte kırmızı kalp çikolata ikramı ve sonra da nazar boncuklu birer kitap ayracı da hediye ediyorlar. THY gibi beni hediyelere boğan bir sevgilim olmadığından mı bilmiyorum, ama THY’nin Sevgililer Günü’nü bu kadar özenle kutlaması hoşuma gidiyor mu gitmiyor mu hâlâ emin değilim. Güzel bir jest ama... Aynı özeni bir de rötarlar konusunda gösterseler diyorum. Sonuçta bizim onlardan istediğimiz hediye değil, vaat edilen hizmet.
Bravo Metin Tekin!
Her ayrılan çift birbirinin arkasından konuşmaya bayılıyor. Arada çocuk olsun olmasın herkes düşünmeden ağzına geleni söylüyor. Hatta çocuklara da anneler babaları, babalar anneleri kötülüyor.
Çok uzun zamandır ilk defa bir baba ayrıldığı eşinin, çocuğunun annesinin arkasında duruyor. Biliyorsunuz Şevval Sam ve oğlu Tarık Emir bir nargilecide görüntülendi. Bunun
Eş durumundan mecburi, geleneksel ikinci kayak tatilimde Meribel’deyim. Meribel, Courchevel’in hemen yanı. Kısa sayılabilecek bir rötarla önce Paris’e uçuyoruz. Gece yarısına doğru şehirdeyiz. Hiç zaman kaybetmeden kendimizi butik otel Pershing Hall’ün barına atıyoruz. Burada bellinileri içip geceyi erken bitiriyoruz.
Hotel Costes istilası
Sabah Avenue Montaigne’de turluyoruz. Öğlen Türkler’in favori piyasa noktası L’Avenue’de yemek, sonra doğru Fabourg St. Honore’de mağazaları gezmeye… Yorulunca da St. Honore caddesindeki Hotel Costes’un avlusunda bir içki molası veriyoruz. Neyse ki hiç alışveriş yapamadan otele dönmeyi başarıyorum. Geceye Plaza Athenee’nin yenilenen barında başlıyoruz. Burada en son Rihanna’yı görmüştük. Bu sefer Formula 1’den eski Ferrari takımının kaptanı Jean Todt ile yetiniyoruz. Yemek için istikamet Hotel Costes grubunun geçen Ekim’de St. Germain’de açtığı restoran La Societe. Bugün gittiğimiz her yer aynı gruba ait. İstanbul Doors Group bizde neyse Paris’te de Costes’cular öyle. Özellikle Türkler Costes mekanlarına bayılıyor. Gecenin finali Eva Longoria ve Tony Parker’ın bekarlığa veda partilerini yaptığı VIP Room’da. Tabii gönül isterdi ki Club Le
Tabii bir de Hıncal Uluç gibi Facebook’a, Twitter’a, Buzz’a karşı olanlar var. Oysa bunlar kabul etseniz de, etmeseniz de günümüzün en önemli mecraları. Gündemi takip edebilmek için, her şeyden haberdar olabilmek için artık televizyon, gazete, dergi yetmiyor. Bilgiye en hızlı ve en zahmetsiz şekilde bu sosyal paylaşım ağlarından ulaşıyoruz. Bazen Blackberry’den, bazen iPhone’dan, bazen de bilgisayardan.
Evet, hiçbirimiz ‘Bugün şunu yedim, bunu içtim’ diyenleri takip etmek istemiyoruz. E, o zaman da ‘unfollow’ diye bir seçenek var sonuçta. Kiminle ne kadar bilgi paylaşacağınıza sınır koyabiliyorsunuz, filtre çekebiliyorsunuz. Her şey kontrolünüz altında. İstediğinizi tamamen hayatınızdan çıkarıyorsunuz, istediğinize her an ulaşabiliyorsunuz.
Bunları kullanıp kullanmamak tabii ki sizin seçiminiz. Ama sırf siz kullanmıyorsunuz diye milyonlarca insanın kullandığı bu hizmetlere rezillik diyemezsiniz. Derseniz de çağın gerisinde kaldığınızı göstermiş olursunuz.
Da Mario
Sevgililer Günü de aynı yılbaşı gibi oldu. Bu ‘özel günde’ yılın geri kalan her gününde yapabileceğiniz bir programa normalde ödeyeceğiniz paranın birkaç katını ödüyorsunuz. Bir de kırmızı güller ve kalpler üstünüze üstünüze geliyor.
Tam da hâlâ Sevgililer Günü’nü kutlayan var mı derken bir telefon geldi. Bir arkadaşım İstanbul’un en iyi İtalyan restoranlarından Da Mario’yu aramış, Sevgililer Günü rezervasyonu yaptırmak için. ‘Özel bir uygulama var’ demişler, ‘Kişi başı minimum 150 TL harcamanız gerekiyor’ diye de eklemişler. Arkadaşım bu özel uygulamayı anlayamamış, bir de Vogue’u denemek istemiş. Vogue’da da aynı özel uygulamadan bahsedilmiş ve bir de ‘Parayı önceden alıyoruz’ demişler.
Yemek mi, banka kredisi mi?
Christopher Penna ve Ben Carrington, İstanbul’a inşaat işi için gelmişti. Ama girişimci ruh engel tanımıyor! Şimdi sahibi oldukları Çin restoranında nefis mantılar yiyebilirsiniz.
İstanbul’da gezen tozanların son iki senedir yakından tanıdığı iki İngiliz işadamı var. Bir yandan Bodrum’da inşaat yapıyor, bir yandan da İstanbul’u 'İstanbulluyum' diyenlerden iyi yaşıyorlar. En havalı partilerde de karşınıza çıkıyorlar. Biri Ben Carrington, diğeri Christopher Penna. (Ya da Türk basınının bildiği adıyla ‘Hande Atazi’nin emlakçı sevgilisi Chris’.) İstanbul’a ilk inşaat işi için gelmişler. Ben şehre ilk geldiğinde Reina’ya, Chris ise Sunset’e vurulmuş. İstanbul’da büyük bir potansiyel olduğunu düşünüyorlar. Hayatlarına burada devam etmekte kararlılar. Tabii bu arada bir ayakları da Londra’da.
Bu ikili İstanbul’da Çin mutfağıyla ilgili bir açık olduğunu düşünüyor. Bu yüzden de dün İstinye Park’ta Dim Sum adlı bir restoran açtılar. Dim sum, 'Çin mantısı' demek. Malum şimdi dünyada yükselen trend. Hatta New York’ta dim sum için ‘yeni sushi’ bile diyorlar.
Buharda pişmiş dim sumlar son derece sağlıklı. Çinli şeften genç kalmasının sırrının her gün dim sum yemek olduğunu da
İstanbul Fashion Week bu yıl Santralistanbul’da olduğu için daha az izleyici gelir sanıyordum. Geçen yıl İTÜ Taşkışla’daki izdihamdan defileleri bile izleyemeden zor kaçmıştım. Bu yıl nedense kendimi çok daha organize bir moda haftasına hazırladım. Ne yazık ki organizasyon konusunda olumlu hiçbir gelişme yok.
Moda haftasına neden bu kadar çok kişi davet ediliyor anlamak mümkün değil. Yurtdışındaki gibi yerlerin üstüne isimleri yazsalar yine ortalık karışır, ‘kim öne oturtuldu, kim arkaya kaldı’ diye problem çıkar. Ama en azından herkesin oturacak bir yeri olur.
Burada bürokrasi olmaz
Moda, belli bir kitlenin ilgi alanına giriyor ama yine de herkes moda haftasında görünmek istiyor. En başta da gereksiz bir protokol durumu var. Önce moda haftasını bu bürokratik engellerden kurtarmak lazım. Böyle bir etkinliğin açılışında sıra sıra dizilmiş takım elbiseli devlet adamlarını kurdele keserken görmek istemiyoruz. Evet, kurdele kesmeye meraklı bir toplumuz. Ama bari İstanbul Fashion Week’i rahat bırakın da tasarımcıları, tasarımları, modelleri görelim, konuşalım.
Pozitif düşünce hayatımızın merkezinde. Sağlık, mutluluk, huzur, aşk, başarı, para, hangi konu açılırsa açılsın, hep bir pozitif düşünelim, düşünürsek olur ruh hali içindeyiz. Böyle düşüne düşüne olacak diye eskisi kadar çabalamıyoruz artık.
Sağlıksız beslenip sağlıklı olmayı, çalışmadan başarılı olmayı, kazandığımızdan çok harcayıp zengin olmayı bekliyoruz. Bekliyoruz, bekliyoruz hiçbir şey olmuyor. E, kendi kendimize yükseltmedik beklentileri. Kutsal kitabımız ‘Sır’ ile zirve yapan dev bir pozitif düşünce endüstrisi var arkamızda. Milyar dolarlar dönüyor, her gün yeni gurular keşfediliyor, yeni kitaplar çıkıyor.
Bizde de durum aynı. Bkz. Özer Çiller’in son kitabı ‘Yazgı, Değişken Kader’... Gerçi Özer Bey’in zamanı durdurmuş ve başına ne gelirse gelsin hep mutlu olma halini görünce içimizi bir umut kaplıyor. Ama nedense uzun sürmüyor.
Ekonomik krizin suçlusu: Pozitif düşünce
Şimdi başucumdaki kitap da tam bu pozitif düşünce konusunu sorguluyor. Adı ‘Smile or Die: How Positive Thinking Fooled America And The World’. Türkçesi, ‘Gülümse ya da öl: Pozitif düşünce Amerika’yı ve dünyayı nasıl kandırdı’.
Yazar Barbara Ehrenreich’e göre bir devir daha sona eriyor, pozitif düşünce