Vogue Türkiye’nin lansman partisi için Paris’e geldim. Hala Paris’teyim. Büyük partiden bir gece önce İstanbul’dan gelen bütün misafirlerle birlikte Le Laurent Restaurant’da yemekteyiz. Ev sahibi, Vogue’un yayın yönetmeni Seda Domaniç, Gamze Saraçoğlu imzalı sırtı açık krem rengi elbisesiyle çok şık. Konu Vogue olunca, modadan konuşmamak olmaz. Seda’ya asıl partide ne giyeceğini soruyoruz. ‘Hakan Yıldırım imzalı kırmızı bir elbise’ diyor. Yanımda Park Bravo Group’tan Zeynep Özçoban ve kılık kıyafet denince herkesin korktuğu Melis Alphan var. ‘Moda haftası boyunca Seda’nın her gece bir Türk tasarımcının kıyafetini giyiyor olması çok güzel’ diye konuşuyoruz. Gecenin en çok dikkat çeken ismi, yemek boyunca başından çıkarmadığı ponponlu şapkasıyla Nil Karaibrahimgil.
Yemek sonrası Paris’in klasik mekanlarından Maxim’s’e gidiyoruz. Maxim’s ünlü modacı Pierre Cardin’in sahibi olduğu bir restoran-gece kulübü. Pierre Cardin beş yakışıklı genç erkekle bir masaya kurulmuş, mini elbiseli erkek şarkıcıları izliyor. Bizim grupta gözler Güneri Cıvaoğlu’nda. Yüksek enerjisiyle gecenin en çok takdir edilen ismi kesinlikle o. Maxim’s’ten sonra hali kalanlar Le Barone’a gidiyor.
Pazar
Mac Bebeköy'ün üst katındaki 'Sarnıç' restoranın açılmasını bekliyorum. Küçük, herkesin birbirini tanıdığı, farklı bir ruhu olan, bahçeli bir mekan olacak. Dekor şimdiden çok güzel
Muzaffer Yıldırım ve Menderes Utku 25 yıl önce Vakko Gym’de tanışıyorlar. Muzaffer Yıldırım o zamanlar spor hocası. Menderes Utku da ABD’den yeni dönmüş ve spora meraklı biri. Kısa zamanda arkadaş oluyorlar. Birlikte iş yapmaktan konuşuyorlar. Menderes Utku hayal ediyor, Muzaffer Yıldırım Vakko, Philip Morris ve Alarko’da çalışıyor. "Menderes’in hayal gücü, benim iş yönüm kuvvetli" diyor Muzaffer Yıldırım. Sonunda kendi şirketlerini kuruyorlar. Nupera’yla başlıyor, Cinebonus sinemalarıyla devam ediyorlar. Ortak tutkularını Mars Athletic Club (MAC) ile işe çeviriyorlar. İki kişiyle başlayıp iki bin çalışanı olan bir şirket yaratıyorlar. Hem de 10 yıl gibi kısa bir sürede. Türkiye’nin en büyük sinema zincirini de onlar kuruyor. Bir de Mars Entertainment’ın yüzde 50’sini Colony Capital adlı bir Amerikan yatırım grubuna satıyorlar. İşte MAC Bebeköy’e giderken bunları düşünüyorum.
Bebeköy’de neler oluyor?
İçeri girince görevlilere "Arkadaşıma geldim" diyorum. Üstümdeki eşofmanı görüyorlar ve "Spor
Wan-na İstanbul’un açılışıyla birlikte asansör kuyruğu ‘moda’sı başladı. Partilere girmek isteyenler, önce bu trafiğe maruz kalmalı
İstanbul gece hayatında herkes yeniliklere açık. Yeniliklere aç demek daha da doğru aslında. Bkz. Wan-na Kanyon’da açılır açılmaz dolup taşmaya başladı.
Hafta sonları bir saat asansör kuyruğu bekleyenler var! Hatta asansör kuyruğunda kaynak yapmalar, sıranın başına geçmek için türlü numaralar yapanlar son günlerde en çok konuşulanlar arasında. Sonuçta herkes birbirini bir şekilde tanıyor, sadece ismen de olsa. Dolayısıyla ‘Falanca nasıl da sevgilisiyle geldi ve kuyruğun önüne geçti, herkes de yuh çekti’ gibi dedikodular gırla.
İş dekorda bitmiyor
Oysa ki çok kısa süre önceye kadar aynı mekanda dünyanın tek Michelin yıldızlı Uzakdoğu restoranı meşhur Hakkasan vardı. Hakkasan, ne denediyse olmadı. Sinema öncesi yaptığı ucuz mönülerle bile restoranı dolduramadı. Kimsenin birbirini göremediği, çok karanlık bulunan bir dekor vardı. Başarısızlığın nedeni hep dekora bağlandı. Oysa ki İstanbul Doors Group aynı dekorla şimdi harikalar yaratıyor. Çünkü iş dekorda değil, işi bilmekte. Zaten bu kadar para harcanılan bir dekor atılsaydı yazık olurdu. Ama
Emniyette Tarkan’a ayrıcalık yapıldığı konuşuldu. Oysa uyuşturucu operasyonlarında gözaltına alınan ünlüler, şöhretin bedelini ağır ödüyor
Tarkan’ın özel odada bekletilmesinden ellerinin kelepçelenmemesine kadar bütün detaylar konuşuldu. Konu, ‘ünlülere ayrıcalık yapılmamalı’ idi. Oysa ki durum tam tersi. Uyuşturucu operasyonlarında ünlüler şöhretin bedelini ağır ödüyor ve sanki biraz da operasyon ses getirsin diye harcanıyor.
Sadece uyuşturucu kullanıyor şüphesiyle gözaltına alınan kişilere azılı katil ya da uyuşturucu mafyası gibi davranmak mı gerekiyor? Zaten perşembeden alınıp pazartesiye kadar savunma yapamadan içeride tutuluyorlar. Tabii benzer durumları düşününce, beş gün bu şartlarda az bile! Deniz Seki’nin sekiz ay cezaevinde kalmasını unutmak mümkün değil.
Tarkan haberlerinde en çok “Esrar şoförüme ait, ben kokain kullanıyorum” açıklaması tuhaf gelmişti. Sanki “Şahin şoförümün, ben Ferrari kullanıyorum” der gibi. Neyse ki Tarkan serbest bırakılır bırakılmaz avukatından bir açıklama geldi ve Tarkan’ın şoförünü suçlamadığı belirtildi.
Tarkan adliyeden sahneye çıkar gibi büyük bir sevinç ve zaferle çıktı. Öyle arabanın sunroof’undan falan çıkmasına gerek
Şubat sonu itibariyle bir yenilenme programına girdim. Şimdi hayatımda beni baştan yaratacak erkekler var
Önce kendimi Bebek’teki Yıldırım Özdemir’in salonuna attım. Yıllardır belime gelen saçlarımı kestirmeye kararlıyım. İçeri girer girmez karşımda saçı kesilmekte olan Nihat Odabaşı var. Bir yandan dedikodu yapıyoruz, bir yandan saçım nasıl olmalı onu konuşuyoruz. İstesem olmazdı, Nihat Odabaşı gibi müthiş bir gözü kandırıp da benimle kuaföre götüremezdim. Nihat ve Yıldırım kendi aralarında karara varıyor. Ben daha ne olduğunu anlamadan çevremdeki herkesten daha kısa saçlı bir kadın oluyorum. Ve yeni saçımı çok seviyorum. Ayşe Kucuroğlu Ayşe Arman’a verdiği röportajında "Son günlerde sizi en mutlu eden şey ne?" sorusuna "Yıldırım Özdemir’in elinden çıkan yeni saç kesimim" diye cevap vermişti. Şimdi ben de aynı duygular içindeyim. Nihat ve Yıldırım’a teşekkür borçluyum.
Nihat Odabaşı’nın müjdesi
Bu arada Nihat’ın bir de müjdesi var. Yazılarına ve tarzına bayıldığım Figen Batur'la televizyon programı yapmaya başlıyorlar. İlk bölüm 6 Mart’ta CNN Türk’te yayınlanacak. Bu bölüm için canları çıkmış, Londra’nın altını üstüne getirmişler ve oradaki tanınmış isimlerle röportajlar
Yemek yapmak zor zanaat, ince iş! The House Cafe’nin makarna atölyesinde un, yumurta ve hamurla maceraya atılıyorum
The House Cafe İstiklal Caddesi’nde taze makarna atölyesindeyim. Daha yumurta kırmayı beceremeyen biri olarak taze makarna açmak da benim neyime. Zaten yanımdakiler de benimle dalga geçiyor. Bir nevi ‘Yemekteyiz’ durumu. Herkes birbirine laf atıyor.
Neyse ki The House Cafe’lerin yetenekli şefi Coşkun Uysal öğretmenimiz. Önce unun ortasında çukur açıyoruz. 2 yumurta ve 5 yumurta sarısı kırılacak. Hadi bakalım sıkıysa yumurta sarısını beyazından ayırın. Etrafı kirletmek serbest olmalı! Sonra yumurtaları unla çırpıyorum ve hamuru yoğurmaya başlıyorum.
Ben kim, hamur açmak kim?
Hamur yaparken kafelerde neden makarnanın bu kadar pahalı olduğunu anlıyorum, taze makarnada çok emek var çok. Sonra hamuru oklavayla ince ince açıyorum. Bu başlı başına bir spor. Zaten Coşkun diyor ki sağ ayak önde, ağırlığınızı sağ ayağa vererek hamuru açın.
Bir sonraki aşama için ocak başına geçiyoruz. Tavada sarımsak ve soğanı soteliyoruz, sonra da mantar, krema, beyaz şarap, tarhun, ceviz, tuz, karabiber ekliyoruz. Makarnayla sosu karıştırıyoruz. Tabağa koyarken üstünü
Sosyal hayatımdaki ilişkilerimi İstanbul trafiğine benzetiyorum. Kimseye çarpmamak ve kimsenin bana çarpmaması için dikkat ediyorum. Beni pilot olarak düşünün, sürekli ön tarafı izlerim. Önümdeki arabaya mesafe koyarım. Olur da durur... Olur da lastiği patlar... En çok da arkamdaki arabadan korkuyorum. Çünkü arkadaki araba duramazsa, bana zarar verir. Artı, eğer ben hoşlanmadığım bir ortam içindeysem, sürekli dikiz aynasından kontrol ederim. Sonra da sinyalimi verir ve nereye sapacaksam saparım. Nereye gittiğim de belli olmaz.”
Yukarıdaki satırlar Melike Karakartal’ın Ajda Pekkan’a “Kendinize karşı objektif olamadığınızda size ‘Ajda, bu kötü olmuş’ diyen biri var mı? Hayal kırıklığına uğramayacağınızı bilerek sırtınızı rahatça yaslayabildiğiniz biri var mı?” sorusuna verdiği yanıt.
Bu satırları okurken çok üzüldüm. İnsanın sosyal hayatını İstanbul trafiğine benzetmesi acı bir durum. Ne de olsa İstanbul trafiği denince, hepimizin aklına zaman zaman buradan gitme isteği veren, çekilmez bir sorun ve bol stres geliyor. Zaten hayatımızda yeterince stres varken bir de yanımızda güvendiğimiz kişiler olmadan yaşamak, kimseye güvenememek, sürekli tetikte olmak çok zor.
Ajda Pekkan çok
New York Moda Haftası ya da Paris Moda Haftası başladı mı, biliyoruz. Türk modacılardan basın bültenleri yağacak. ‘Bilmemkim New York’u salladı’ başlıkları atılacak. Oysa ki New York’ta da Paris’te de bu korsan defilelerden kimsenin haberi olmuyor. Neyse ki artık bunları önemsememeye başladık. Çünkü çok sevindirici şeyler de oluyor.
Takip edenler bilir. New York Moda Haftası bitti, şimdi Londra Moda Haftası devam ediyor. Londra Moda Haftası’nın açılışına İngilitere Başbakanı Gordon Brown’ın eşi Sarah Brown, Erdem imzalı bir kıyafetle katıldı, mutlu olduk.
İngiliz Elle ve Vogue ona övgüler yağdırıyor
Şimdi de Londra Moda Haftası’nda en çok konuşulan isim cuma günü defilesini gerçekleştiren 'Hakaan', yani bizim Hakan Yıldırım. Bunu ben demiyorum, İngiliz basını diyor. İngiliz Elle internet sitesinde "Londra Moda Haftası’nın en çok konuşulan tasarımcısı Hakaan da kim?" diye yazılar yazılıyor.
Vogue ise, "Bu yeni tasarımcının yıldızı, Damages’ın oyuncularından Rose Byrne’ın kırmızı halıda onun tasarımını giymesiyle parladı" diyor. Ayrıca mikro mini eteklerin ve bilim kurgu fimlerini andıran detayların dikkat çektiği koleksiyonuna övgüler yağdırıyor. Sonra da defileyle ilgili