Avrupa turnesi devam ediyor. Basel’den bildiriyorum. Dünyanın en önemli saat ve mücevher firmalarındanTAG Heuer’ın 150’inci yılı şerefine düzenlenen partiye katılmak için buradayım. Yanımda da Leonardo DiCaprio
Basel’de kendinizi hiç yurtdışında gibi hissetmiyorsunuz. Geçtiğimiz her sokak Türkçe tabelalarla dolu. Ali Baba kebapçısından kuaför Salih’e kadar birçok Türk mekanı var.
Turumuza Basel saat fuarından başlıyoruz. En yeni modeller bu fuarda tanıtılıyor. Yıllık siparişler burada veriliyor. Her firmanın dev standları var. Rolex, TAG Heuer, Swatch grubu derken aklınıza gelecek bütün markalar aynı çatı altında.
TAG Heuer’ın sadece 150 adet üretilen Monaco V4 modeli de burada. 130 bin franklık yani 90 bin euroluk bir saat. Türkiye’ye şimdi sadece bir adet gelmiş.
Fuara uzun zamandır katılanlarla konuşuyorum. Bu kadar lüks bir organizasyonda daha çok şıklık ve ikram beklerdim diyorum. ‘Eskiden öyleydi’ diyorlar, ama kriz son yıllarda bu fuarı da vurmuş. İsviçreliler artık Uzakdoğu hakimiyeti olduğu için eskisi kadar bu fuara ilgi göstermiyormuş. Oysa dışarıdaki kafeler çok güzel. Akşamüstü sokakta canlı müzik başlıyor. Basel çok güzel olmasa da sürekli düzenlenen
Karşınızdaki görevli “Park etmeyin” diye sizi uyarıyor ama burası tam da evinizin önü. Nasıl yani? Bu aralar ustümüze park cezaları yağıyor Haklı olduğumuzu savunmaksa zor geliyor
İstanbul’da trafik sorunundan sonra şimdi bir de park derdiyle uğraşıyoruz demiştim üç ay önce. O zamanki durum fenaydı. Evinin önüne arabasını park edenler hem İspark görevlilerine para ödüyor hem de sonradan internet sitesine girip baktığında plakasına ceza kesilmiş olduğunu görüyordu. Şimdi durum daha da vahimleşti.
Maçka Caddesi’nde altında garajı olan apartmanlara park cezası yağmaya başladı. Hal böyle olunca apartman sakinleri de ‘Kim uğraşacak itiraz etmekle, ödeyelim gitsin!’ demez mi? Bir bakıma haklılar. İtiraz etmeye kalksalar iş uzayacak. Oysa itiraz etmeyince de kimin, neye göre kestiği belli olmayan haksız cezalar ödenecek.
Artık öyle bir hale geldik ki, kimse haklı olduğunu kanıtlamak için uğraşmak istemiyor. Öyle bir enerji ve zaman yok.
Türünün tek örneği: Pera Thai
İstanbul’daki Uzakdoğu restoranları arasında önemli bir istisna var. Herkes yemeğinin ne kadar iyi olduğu konusunda hemfikir ama nedense en sevdiğiniz restoranlar denince hemen akla gelmiyor. Neden mi? Son derece
Eskiden lüks markalardan giyinmek önemli bir şeydi. Artık lüksün tanımı değişti. Logolu kıyafetlerin yerini çok daha önemli bir şey aldı. İşte 2010’un yeni lüksleri
Bir aylık ev kirasını Christian Louboutin marka bir ayakkabıya yatıran da, markanın kendisini satın alabilecek güce sahip olan da artık aynı ürünü giyebiliyor. Lüks eskiden zenginlere özeldi. O zaman yeni zenginler de yoktu. Lüks markaların ucuz ürünleri de... Oysa artık lüks denilen ürünleri sokağa (Yoksa alışveriş merkezine mi demeliydim?) çıktığımızda farklı gelir gruplarında sık sık görüyoruz.
Bizde tüketim çılgınlığı taksitli alışveriş ile iyice tavan yapmış durumda. Hiç bitmeyen indirimler, seri sonu mağazaları, ihraç fazlası ürünler de durumu tetikliyor. Bir de orijinalleriyle yan yana koyunca ‘Fark göremiyorum, ya siz?’ dedirten taklitler var. Herkesin üstünde aynı ürün olunca da haliyle lüksün bir anlamı kalmıyor.
Dün Eyüp Can yazmış, Burberry’nin Türkiye temsilcisi Mehmet Eren sinemaya gitmiş ve 10 kişinin ayağında 390 TL’lik Burberry marka yağmur çizmesi görünce kaç adet sattıklarını araştırmış. Sonucu görünce de çizme satışını durdurmuş. Amaç ürünün sıradanlaşmasını engellemek ve lüks marka
Paris macerası kaldığımız yerden devam ediyor. Dünyanın en güzel kadınlarından hangisiyle ‘Societe’ye karıştık? Ayşe Arman’dan yılın iltifatı. Güneri Cıvaoğlu ve Serdar Turgut’a göre ideal kadın ölçüleri
Vogue Türkiye gezisinin sonunda Neyyire Özkan ile konuşurken Ayşe Arman’dan unutamayacağım bir iltifat alıyorum. 18 yaşında olduğumu zannetmesi, en azından öyle söylemesi beni uçuruyor. İltifatıyla beni mest eden Ayşe Arman, Erdal Şafak’tan güzelliği ile ilgili iltifat alınca ‘Teşekkür ederim ama zekam ya da gazeteciliğimle ilgili bir iltifatı tercih ederdim’ demiş. Oysa dış görünüşle ilgili güzel sözler de pekala hepimizi mutlu ediyor.
‘Ravioli kadınlar’ beğeniliyor
Beni ve olay mahalindeki bütün kadınları sevindiren bir diğer açıklama da Güneri Cıvaoğlu ve Serdar Turgut’tan geliyor. Hüseyin Çağlayan defilesi sonrasında konu mankenlerden açılıyor. Uzun uzun sıska kadınları hiç beğenmediklerini anlatıyorlar. Cıvaoğlu’nun bu konuda bir de özlü sözü var. ‘Kadın dediğin ravioli gibi olacak.’ Tercümesi, ele avuca gelecek.
Yaz öncesi süper moral depoluyorum. ‘Ravioli kadın’ tarifine uyduğum için kendimi yeme-içmeye veriyorum. Eklerler, milföyler derken iş çığırından
Vogue Türkiye’nin lansman partisi için Paris’e geldim. Hala Paris’teyim. Büyük partiden bir gece önce İstanbul’dan gelen bütün misafirlerle birlikte Le Laurent Restaurant’da yemekteyiz. Ev sahibi, Vogue’un yayın yönetmeni Seda Domaniç, Gamze Saraçoğlu imzalı sırtı açık krem rengi elbisesiyle çok şık. Konu Vogue olunca, modadan konuşmamak olmaz. Seda’ya asıl partide ne giyeceğini soruyoruz. ‘Hakan Yıldırım imzalı kırmızı bir elbise’ diyor. Yanımda Park Bravo Group’tan Zeynep Özçoban ve kılık kıyafet denince herkesin korktuğu Melis Alphan var. ‘Moda haftası boyunca Seda’nın her gece bir Türk tasarımcının kıyafetini giyiyor olması çok güzel’ diye konuşuyoruz. Gecenin en çok dikkat çeken ismi, yemek boyunca başından çıkarmadığı ponponlu şapkasıyla Nil Karaibrahimgil.
Yemek sonrası Paris’in klasik mekanlarından Maxim’s’e gidiyoruz. Maxim’s ünlü modacı Pierre Cardin’in sahibi olduğu bir restoran-gece kulübü. Pierre Cardin beş yakışıklı genç erkekle bir masaya kurulmuş, mini elbiseli erkek şarkıcıları izliyor. Bizim grupta gözler Güneri Cıvaoğlu’nda. Yüksek enerjisiyle gecenin en çok takdir edilen ismi kesinlikle o. Maxim’s’ten sonra hali kalanlar Le Barone’a gidiyor.
Pazar
Mac Bebeköy'ün üst katındaki 'Sarnıç' restoranın açılmasını bekliyorum. Küçük, herkesin birbirini tanıdığı, farklı bir ruhu olan, bahçeli bir mekan olacak. Dekor şimdiden çok güzel
Muzaffer Yıldırım ve Menderes Utku 25 yıl önce Vakko Gym’de tanışıyorlar. Muzaffer Yıldırım o zamanlar spor hocası. Menderes Utku da ABD’den yeni dönmüş ve spora meraklı biri. Kısa zamanda arkadaş oluyorlar. Birlikte iş yapmaktan konuşuyorlar. Menderes Utku hayal ediyor, Muzaffer Yıldırım Vakko, Philip Morris ve Alarko’da çalışıyor. "Menderes’in hayal gücü, benim iş yönüm kuvvetli" diyor Muzaffer Yıldırım. Sonunda kendi şirketlerini kuruyorlar. Nupera’yla başlıyor, Cinebonus sinemalarıyla devam ediyorlar. Ortak tutkularını Mars Athletic Club (MAC) ile işe çeviriyorlar. İki kişiyle başlayıp iki bin çalışanı olan bir şirket yaratıyorlar. Hem de 10 yıl gibi kısa bir sürede. Türkiye’nin en büyük sinema zincirini de onlar kuruyor. Bir de Mars Entertainment’ın yüzde 50’sini Colony Capital adlı bir Amerikan yatırım grubuna satıyorlar. İşte MAC Bebeköy’e giderken bunları düşünüyorum.
Bebeköy’de neler oluyor?
İçeri girince görevlilere "Arkadaşıma geldim" diyorum. Üstümdeki eşofmanı görüyorlar ve "Spor
Wan-na İstanbul’un açılışıyla birlikte asansör kuyruğu ‘moda’sı başladı. Partilere girmek isteyenler, önce bu trafiğe maruz kalmalı
İstanbul gece hayatında herkes yeniliklere açık. Yeniliklere aç demek daha da doğru aslında. Bkz. Wan-na Kanyon’da açılır açılmaz dolup taşmaya başladı.
Hafta sonları bir saat asansör kuyruğu bekleyenler var! Hatta asansör kuyruğunda kaynak yapmalar, sıranın başına geçmek için türlü numaralar yapanlar son günlerde en çok konuşulanlar arasında. Sonuçta herkes birbirini bir şekilde tanıyor, sadece ismen de olsa. Dolayısıyla ‘Falanca nasıl da sevgilisiyle geldi ve kuyruğun önüne geçti, herkes de yuh çekti’ gibi dedikodular gırla.
İş dekorda bitmiyor
Oysa ki çok kısa süre önceye kadar aynı mekanda dünyanın tek Michelin yıldızlı Uzakdoğu restoranı meşhur Hakkasan vardı. Hakkasan, ne denediyse olmadı. Sinema öncesi yaptığı ucuz mönülerle bile restoranı dolduramadı. Kimsenin birbirini göremediği, çok karanlık bulunan bir dekor vardı. Başarısızlığın nedeni hep dekora bağlandı. Oysa ki İstanbul Doors Group aynı dekorla şimdi harikalar yaratıyor. Çünkü iş dekorda değil, işi bilmekte. Zaten bu kadar para harcanılan bir dekor atılsaydı yazık olurdu. Ama
Emniyette Tarkan’a ayrıcalık yapıldığı konuşuldu. Oysa uyuşturucu operasyonlarında gözaltına alınan ünlüler, şöhretin bedelini ağır ödüyor
Tarkan’ın özel odada bekletilmesinden ellerinin kelepçelenmemesine kadar bütün detaylar konuşuldu. Konu, ‘ünlülere ayrıcalık yapılmamalı’ idi. Oysa ki durum tam tersi. Uyuşturucu operasyonlarında ünlüler şöhretin bedelini ağır ödüyor ve sanki biraz da operasyon ses getirsin diye harcanıyor.
Sadece uyuşturucu kullanıyor şüphesiyle gözaltına alınan kişilere azılı katil ya da uyuşturucu mafyası gibi davranmak mı gerekiyor? Zaten perşembeden alınıp pazartesiye kadar savunma yapamadan içeride tutuluyorlar. Tabii benzer durumları düşününce, beş gün bu şartlarda az bile! Deniz Seki’nin sekiz ay cezaevinde kalmasını unutmak mümkün değil.
Tarkan haberlerinde en çok “Esrar şoförüme ait, ben kokain kullanıyorum” açıklaması tuhaf gelmişti. Sanki “Şahin şoförümün, ben Ferrari kullanıyorum” der gibi. Neyse ki Tarkan serbest bırakılır bırakılmaz avukatından bir açıklama geldi ve Tarkan’ın şoförünü suçlamadığı belirtildi.
Tarkan adliyeden sahneye çıkar gibi büyük bir sevinç ve zaferle çıktı. Öyle arabanın sunroof’undan falan çıkmasına gerek