Üç günüm “anket” yapmakla geçti! Her maçın ardından, üç büyüklerin taraftarlarından elimin uzandıklarıyla, dar çevreli minyatür bir anket.
Sorum kısa ve tekti:
“Sizin takımda seni endişelendiren nedir ” ?
“Kim iyi, kim kötü” diye sormuyorum; “Lig denilen uzun gelecekte senin midene ağrı sokan, seni korkutan kişi, olay veya her neyse onu söyle”!
Ufak bir de kurnazlık kattım mini anketime... Maç bitimiyle yöneticilere mikrofon uzatıp adrenalinin açtığı kapıdan beyinlerine sızan ve ortalığı birbirine katan meslektaşlarım gibi her maçın gecesinde “taze taze” sorguladım dostlarımı.
İlginç yanıtlar aldım.
Beşiktaşlılar, orta sahadan ve Mustafa Denizli’den korkuyor mesela...
Futbolumuzu “ötekiler”den ayıran ve “kendine has” kılan en önemli unsur, aslında yaşamın her parkurunda bizi “ötekiler”den ayırıp “kendimize has” yapan kişiliğimizden kaynaklanmaktadır.
Nedir kişiliğimizin karakteristiği?
Listenin başına “ilk ve tek” kavramını yerleştirmemiz. Nitelik, içerik hep sonra.
Kim bilir, belki de bizi şu popüler kültür mahvetti.
İki nesildir magazinle beslenen, sabah ekranla birlikte göbek atarak uyanan, akşam dizilere ağlayıp uyuyan, rüyasında ihanet ve cinayet gören bir ülkeden, elbette televizyon sloganını hayat felsefesi edinen kalabalıklar çıkacaktı:
“İlk ve tek”! Azz sonra...
Bizim için “ilk” veya “tek” olmayan hiçbir şey ne hak ettiği kıvançı uyandırabilir ne tepki alabilir ne de ilgi çekebilir artık.
Sonunda bu da oldu; “otoban’ın aydınlatma direklerini polis korumasına aldılar” zannettim. Ama üst geçitlere de el konulmuştu! Dağ-taş polis doluydu. Ben araba kullanıyordum, tam teçhizatlı bir özel tim nişancısı uzun namlulu silahının dürbünü ile yukardan beni izliyordu.
Kadıköy’den yola çıkıp Ankara’ya gitmeye çalışıyordum. Umudum, güvenli bir yolculuktu. Ama bu kadarı fazlaydı!..
Kendimi yol kenarındaki mola yerine attım. Lakin orası da özel harp dairesi gibiydi. Telsizler, telefonlar çalışıyor, devlet memurları, bürokratlar, emniyetçiler telaş içinde koşuşuyordu.
Anlaşıldı ki, üst düzey bir siyasetçimiz ile aynı güzergahtaydım.
Konvoy gecikmedi. Amerikan aksiyon filmlerindeki ciplerden beş-on tanesini, düzinelerce sivil ve resmi araç koruyordu. Jammerler falan... Bizim mola yerindekilerin bir kısmı konvoyun peşine takılmaya çalışıyor, bir kısmı yol kenarını kontrol altında tutuyordu. 100 kilometre hızla gidenlere önünü ilikleyip saygı sunan bile vardı.
Aynı tantana, Ankara’ya kadar her istasyonda, kasabada, kentte tekrarlanıyor olmalıydı.
Kahvemi içerken hesaplamaya çalıştım. Tüm görevlilerin bir günlük mesaileri, benzin, mazot, iletişim falan; bir üst düzey
“Fenerbahçe’nin olmazsa olmazları nedir” diye anket yapsanız, birinci sırada Aziz Yıldırım varsa ikinci Alex olacaktır.
Bugün, dün ve 16 Mayıs 2004’den beri beş yıldır.
Biri olmazsa, Bağdat Caddesi’nde taraftar yürür; diğerinin yokluğunda Şükrü Saracoğlu’nda takım...
Belli ki, “Türkiye’nin takımı” Fenerbahçe, “vesayet” altındadır.
Mahkeme kararı ile değil; gönüllü bir vesayettir bu. “İşi ehline emanet edin” düsturu ile birebir ilişkilidir. Çünkü geçerli ve yararlı nedenleri vardır:
Başkan Yıldırım, Fenerbahçe’yi yeni yüzyıla layık hale getirmiş, Alex ise çimenlerin pasını silmiştir.
Ama hiç kimse ebedi ve vazgeçilmez değildir.
Ben “hırsıza” çaldığı para ve eşya için kızmam. Hatta girdiği gariban evinden ancak 37 ekran televizyonla çıkabilen gecelerin baykuşuna üzülürüm bile.
Kolay mı?..Ya birine rastlasa evde? Boksörü var, emekli polisi var. İçeri adım atarken canını camda bırakmıştır ve karşılığında yuttuğu hapların parasını bile çıkaramamıştır sonuçta.
Ama her “hırsız” haberi okuyup izlediğimde kafamda tek ceza biçerim ona:
Müebbet!
Çelişkili gibi görünebilir, lakin değildir.
O hırsız hayatımızı zindan edenlerin başında gelmektedir.
O ve onun gibiler yüzünden üçüncü kata kadar parmaklıklar ardından seyretmektedir insanlar şehri. O ve onun gibiler yüzünden sabaha kadar uyuyamamaktadır arabaların alarm seslerinden.
Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş hangi bulmacanın yanıtını arıyorlar?..
Cevval, delişmen ve civa gibi bir hücum hattı. Hem basacak, hem saldıracak. Lakin takımın ince beli orta alandakilerle irtibatlı...
Kanatlar, f-16 kanatı. Gövdeyi taşıyacak kadar sağlam, 8 G’lik dalışlarda titremeyecek kadar yumuşak.
İşini yapmakla kalmayıp, topa sahip olduklarında ekstraya çıkan futbol sanatçılarından oluşan bir defans.
Dayanışma, yardımlaşma, sadece arkadaş değil, “ruhdaş” olma.
Aslında her takım bunu arıyor.
Futbolun rengi ve başarının vazgeçilmezi bu zaten.
Hiç merak ettiniz mi?.. Bu memlekette spor sayfalarını kimler okur, spor programlarını kimler izler? Sütunlar, gündemler kimlere hangi ölçeklerle pişirilip servis edilir? Lezzet için ne kadar “acı”, ne kadar “sancı” gerekir?
Etmeyin, üzülmeyin!
Ayıptır söylemesi, ülke ve insan empatisinden nasipsiz, sevgi ve yardımlaşma bilinçlerinden bihaber, tek mukaddesi takımın renkleri, tek hedefi kanlı/kansız fark etmez- takımın zaferi olan, bir sürü “Ustura Kemal” ve “Polat” özentisi maçolara galiba.
Sorum size değil aslında... O sayfaları ve programları yapanlara.
Malum; hepsi yetenekli, bilgili, özel insanlar. İşlerinde çok başarılılar. “Hedef kitle” seçiminde doğal radarları var.
“Hata” söz konusu değil yani.
Bir bildikleri olmalı ki, önlerine gelen futbol haberinin sadece “kör rekabet” yönünü cımbızlıyorlar.
Yıllardır yazıp çizip anlatamadığımızı, eski bir jeneratör kırk dakikada ne güzel izah etti memlekete!..
“Bu ülkenin eti ne budu ne? Bu kadar yabancı futbolcu, teknik direktör çılgınlığını kaldırır mı futbolumuz”?
Tamam... Avrupa’yı örnek alalım.
Ama imkanlarımız Avrupa kadar mı? Üstelik “aştık” Avrupa’yı. Futbolun “Katar”ı olmak yolunda hızla ilerliyoruz. Tren katarı değil, petrol zengini katar.
Hadi onlarda para var. Eğlenmek için Dünya yıldızlarına bastırıyorlar parayı. Adamların kasası yer altında. Yeryüzünde para harcamak için bulunuyorlar. İyi bir atmaca da orada üç-beş milyon ediyor. Burada acemi avcıların hedefi.
Futbol dışında hiç benzemiyoruz yani.
Biz... Yedek jeneratörü bile olmayan Süper Lig takımlarına sahibiz.