Nazım Hikmet, Türk Edebiyat Tarihi’nde neyse, Semih Saygıner de Türk Spor Tarihi’nde odur.
Biri şiiri tam kalbimizin ortasına vurur. Diğeri vurduğu bilye ile şiir yazar yeşil çuha üzerine.
İkisi de çağının ilerisindedir. İkisi de haksızlığa isyankârdır.
Ve her ikisinin de değerini yabancılar anlamıştır.
Kulvarları ayrı, yolları aynıdır:
“Yürümek iyiye, haklıya, doğruya
Dövüşmek yolunda iyinin, haklının, doğrunun
Galatasaray Kulübü Başkanı Sayın Adnan Polat, “Kazakistan’da, İsrail’de ne işimiz var; Şampiyonlar Ligi’nde olmalıydık” cümlesini Galatasaray’ın televizyonuna da tekrarlamış.
Yani, sarı-kırmızılı kulübün halka açık, resmi yayın organında.
Gerçekten cesur ve mantıklı bir adım atmış!..
Çünkü ilk söylediğinde, ya yanlış anlaşıldı ya da “ağzından kaçtı” zannetmiştim ben. Hani, klasik “medya çarpıtması” meselesi.
İki yanı keskin, bıçak gibi bir cümleydi zira.
“Usul” yönünden apaçık bir “özeleştiri”ydi. Geride kalan berbat bir sezonun ikrarıydı.
Lakin, “esas” açısından gurur okşayan bir durum tepitiydi bir yandan . “Galatasaray buraları aştı” fikrinin altını çiziyordu. “Bakmayın biz geçen sezonu beceremedik ama...” mealinde olsa da duygusal ajitasyon dozu, Galatasaray’a yakışıyordu.
15 gün önce , terhisine 15 gün kala Hakkari Yüksekova’da şehit olan Piyade Er Hakan Azkın’ın henüz ilkokula başlamadığı, Nevşehir’deki baba ocağında oyuncağına sarılıp mutlu rüyalara daldığı tarihte, aynı yörede bir kentten diğerine ulaşmaya çalışıyordum. Bırakın yolları taksicilere bile güvenemiyordunuz o kaosta.
Cesur bir devlet memuru, Van’a özel arabasıyla götürmeyi teklif etti. Kıramadım. Özel araba ile “yol kesmeye” yakalandığınızda, biraz propoganda dinleyip, biraz hırpalanıp, yaşama ihtimaliniz vardı hiç yoksa.
Arabaya binmeden önce, sıkı bir temizlik başladı. Fedakâr dostumuz önce devlet memuru olduğunun ipuçlarını verecek evrakları çıkardı eski model arabasından, sonra hüviyetlerini ayırdı, kimbilir kaç kez helalleşip yola çıktığı karısına bıraktı.
Ve en sonunda kravat... Çünkü kravatlı biri ölmeyi hak ediyordu yol kesen eşkıya için. Nereli, kim, neci; hiç önemli değildi. Kravatı varsa, devletle bağı vardı ve katli vacipti.
Süper Kupa haberlerini okurken, o
Avrupa ateşi, Süper Lig harareti arasında kaynayıp gitti, ama Futbol Federasyonu’nun “cezalı yöneticileri stada sokmama kararı” yıllardır süren bir komedinin finaliydi.
Müthiş bir finaldi. Ayakta alkışladık.
Artık; şeref tribününe giremeyen başkan, locadan şov yapamayacak ve federasyonun otoritesi ile kafa bulamayacaktı.
Daha da önemlisi... Takımlarına imkanları üzerinde yatırım yaparak “son koz”larını oynayan üç büyüklerin başkanları, işler ters gittiğinde “Federasyon’u seyircilerin önüne atarken” iki kere düşünecekti. Kolay değildi; “Benim stadım” dediğin yere girememek. Karizmayı çizdirmek vardı sonunda.
Hani, “Şampiyon olmak için her şeyi yapacaklar bu sezon” diyorduk ya... Ona frendi işte. “Pabuç bırakmam” mesajı gelmişti Özgener Başkan’dan!.. Muhtemel “kavga”ya karşı üç büyüklerin birer kolunu bağladı başkan.
Keşke bu kadarla kalsaydı.
Ama ne yazık ki, alkışlamak için ayağa kalktığımızda “kulis”i gördük perde
“Damat” ikinci defa konuk oluyor Ters Köşe’ye... İlki 13 sene önce 16 yaşındayken ve deliler gibi Beşiktaş peşinde koştururkendi. Aile geleneği... Beşiktaşlıoğlu Beşiktaşlıydı kendisi.
Babası Behçet’e dedim ki, “Başına bir işler gelmesin bu çocuğun, bari deplasmana yollama”.
Yanıt netti; “Kartal’dan zarar gelmez”!..
O Behçet ki, çocukluğundan beri karıncayı ezmemek için yolunu değiştiren bir adamdı, ama oğlu Tan ile kızı Özlem’in kaldırımda ayağı burkulsa, Arnavut kaldırımına balyozla girişecek babaydı. Şimdi rahmetli.
Dehşete kapılmış ve yazmıştım:
“Aklı başında insanlar böyle yapıyorsa, yanmışız vallahi”!
Ben ne bileyim. Babası haklıymış. Çocuk, kariyer yapıyormuş, mutluluğunun temellerini atıyormuş İnönü tribünlerinde.
Fenerbahçe Divan Kurulu’nda “Para” yüzünden tatsızlık yaşanıyor ve sayın Yıldırım ceketini alıp balkona çıkıyorsa boşuna değil...
Masraf büyük ve bunun sorgulanmasını istemiyor başkan. “Her şeyi Divan’da konuşalım” diyor ama o “her şey” arasında para yok galiba:
“Konuşmak mı istiyorsunuz; buyurun muhteşem transferlerimizi konuşun”!..
* * *
Bir bakıma haklı... Şu transferlere bakın... Çin’de olsa takvimi değiştirip, “Kanarya Yılı” ilan ederler bu seneyi.
Lakin, bütçe?.. Borç?..
Onları bırakın!
“Gökmen... Gökmen...”
“.....”
Ne “ah”, ne “aman”... Sadece vınlama sesi geliyor televizyondan. Kalple birlikte “bip”leyen aletin “artık atmıyor” feryadına benzeyen bir alarm... Ya televizyon bozuluyor, ya da bana öyle geliyor.Gökmen, tıpdan teçhizattan uzak, yeşil çimenler üzerinde yatıyor.
Ayağında şortu, üzerinde Elazığspor forması... Evde eşi çocuğu akrabaları.
Hiç hazır değil yaşamına son noktayı koymaya.
Ya takım arkadaşları? Onlar da Gökmen’i ölümün kucağına bırakmayı hazmedemiyorlar.
Göğsüne bir iki darbe... Ümitsiz birkaç suni tenefüs...
Kimse kusura bakmasın. Fenerbahçe’nin tarihinde transfer ettiği 16 Brezilyalı’nın yarısı şu anda kadrosundaysa, ortadaki ilginç bir durum ve muhtemel tehlikeler hakkında spekülasyon yapılacaktır.
Kimse kusura bakmasın; çünkü “tuhaflığı” Fenerbahçe yapmıştır.
“Tuhaflık felaket getirir” diye bir şart yok. Belki her şey mükemmel olacaktır. Ki, Brezilya’nın gayrı safi milli hasılasına bu kadar katkıda bulunduktan sonra umulan da odur, normal olan da.
Ama Arsen Wenger söylemişti galiba; “Bir iyi, iki şahane, üç kafidir. Dört Brezilyalı ise teknik direktörü işinden edecektir”. Ya da bu mealde bir cümle... “Sekiz”e kadar gelememiş garibim.
Anadolu kıraathanelerinde “Nerede çokluk, orada b..luk” şeklinde ifade edilen bu deneysel uyarının öznesi neden Brezilyalı futbolculardır, herkes bilir. O yüzden Brezilya’dan futbolcu ithal eden yeryüzündeki 90 ülkenin takımları, ölçüyü kaçırmamaya gayret eder.
Bilinen bir başka istatistik ise Brezilya’nın