DEMOKRASİNİN “seçilmişler/ atanmışlar” kuralında 2 fay kırığı oluştu. Önce Yunanistan’da bir uzman bürokrat Lukas Papadimos Başbakan oldu. Ona, “seçilmişlerin enkaz haline getirdiği ülke ekonomisini düzeltmek misyonu” yüklendi.
AB yönetiminde edindiği deneyimlerle bu sorunun üstesinden geleceği umudu paylaşılmakta.
Avrupa Merkez Bankası başkan yardımcılığı yapmış.
Atina medyası, bu atanmış bürokrat başbakan formülü ile Türkiye’nin Kemal Derviş dönemi arasında paralel kurmakta. 10 yıl önce dibe vurmuş olan Türkiye ekonomisini ayağa kaldıran ve başta Merkez Bankası olmak üzere kurumlara özerklik kazandırarak yapısal dönüşümü de sağlayan “Kemal Derviş modeli” diye göndermeler yapıyor.
Kemal Derviş de Dünya Bankası’ndan Türkiye’ye Başbakan Yardımcısı olarak getirilmiş, ekonominin patronu yapılmıştı.
“Atanmış” olarak “seçilmişlerin” üstünde bir konumdaydı.
Eğilimi sosyal demokrasi olmakla beraber konumu “tarafsız/partisiz/teknokrat/akademisyen” başbakan yardımcılığıydı.
Önce artçı Van depreminde yaşamlarını yitirenlere rahmet, ailerine başsağlığı, yaralılara şifa enkaz altındaki meslekdaş ve yurtdaşlarıma kurtuluş dileyerek başlayayım.
....................
İSRAİL, nükleer silah sürecinin sonuna varan İran’ı vuracak mı?
Derin İsrail’i “iyi tanıyanlar” gözlerini parlamentodaki hepsi de eski genelkurmay başkanları olan 8 milletvekiline çevirir.
Bu 8 eski general “kilittir.”
İsrail’i “askerler mi yönetiyor” sorusuna “İsrail’in varlığını korumak için savaşmak” söz konusu olduğunda “evet...”
Şimdi de İsrail kendini “olmak ya da olmamak” kavşağında hissediyor.
1938 yılı Mayıs ayı... Atatürk özel trenle Ankara’dan İstanbul’a giderken Eskişehir’de mola verir.
Gece, Eskişehir Orduevi’nde bir davet düzenlenir.
Eskişehir Hava Okulu’nun pilot subay adayı (öğrenci) teğmenler de geceye çağırılıdırlar.
O teğmenlerden Burhan Göksel’in anlatımından -özetle- gözlemler şöyle:
İlerleyen saatlerde gençleri etrafına, daha yakınına çağırıyor.
Gidiyoruz...
Diyor ki:
TAHA Akyol Hürriyet’te “ünlü Fransız yazar Andre Gide’nin yıllarca Stalin damgalı Sovyetler Birliği komünizmini savunduktan sonra hatasını anladığını” yazdı.
Moskova’ya gitmiş ve “Stalin’in demir yumruk yönetimini” yerinde görmüş.
Paris’e dönüşünde şöyle yazmış:
“Netice şu: Ortada komünizm yok, sadece Stalin var!”
Taha Akyol Andre Gide örneğini neden anlattığını şöyle açıklıyor:
“Niye mi yazdım bunları? Durup dururken değil... Stalinist modelde bir örgütlenme olan KCK’yı akademi zannedenleri görünce Gide’in büyük siyasi tecrübesini hatırladım, hatırlatmak istedim.”
........................
VENEDİK’in orta yeri San Marco meydanıdır. Aşk hikâyemiz burada başlar.
Geniş meydanın kenarlarında 3 kafe/restoran yer alır.
Bunların fraklar giymiş sanatçılardan oluşan özel orkestraları vardır.
Sırayla çalarlar.
Popüler Klasik Müzik yaparlar.
Öykümüz kahramanlarından Roman kökenli gitarist Janeck, orkestra sanatçılarından bir eksilme olduğunda onun yerini alır.
San Marco’nun “yedekteki” geçici gitar sanatçısıdır.
FİLİZ Akın’ın yaşama dair kitapları var. Ona yeni yazacağı kitapta önsöz olacak bir şarkı adı öneriyorum; “bambaşka biri...”
Üstesinden geldiği kanser sonrası sanki yeniden doğdu. Deneyimleriyle o artık başka başka biri.
Ve sanatçı Yasemin Filiz için Ajda’nın “Bambaşka Biri” şarkısını söylüyor.
Bu şarkı, kalp yaralarına da, yaşamın diğer darbelerine de psikolojik doping...
“Bu kitaptan Nilüfer de yararlanacaktır” diyorum.
“O kadar iddialı olamam ama ben zaten hep Nilüfer’in yanında olacağım” diyor gözleri ışıltılı...
DAHA 1 yıl önce “adalet reformu yapıldığı” iddia edilen Türkiye’den “hukuk” manzaralarına bakınız.
13 yaşında bir kız çocuğu “N.Ç.”ye aralarında devletin memurları da olan 24 kişi tecavüz ediyor.
Zavallı çocuk maruz kaldığı cinsel şiddet nedeniyle hastaneye getirildiğinde öylesine acılar içinde ki oturamıyor bile.
4 ameliyat geçiriyor.
Adını değiştirmek ve başka bir coğrafyada yaşamak zorunda kalıyor. Cemiyette kabul edilmesi için başka çaresi yok.
Bu rezilliğin davası inanılmaz bir “gerekçeyle” karara bağlanıyor:
“N.Ç. ile cinsel ilişkiler onun rızasıyla olmuştur!..”
TÜRKİYE ilk kez kendisinin üretmediği bir ekonomik kriz tehdidine maruz...
Bundan önce ki krizler kendi arızalı mahsullerimizdi.
Batı, Türkiye’ye “can simidi” atardı her defasında.
1979 krizini hatırlıyorum. Türkiye için kurulan kurtarma “konsorsiyumu”na avuç içi kadar Luksemburg “1 milyon dolar katkıda bulunacağını” açıklamıştı. Kıyametler kopmuştu.
Gururumuz yaralanmıştı “1 milyon dolarını alsın, münasip yerine.......” söylemleri uçuşuyordu havada.
Türkiye’nin dış borçlarını taksitlendirmek ve vadelere yaymak için görüşmeler maratonunda dönemin ekonomi patronu Turgut Özal’ın burnundan ter damlıyordu.
Lüksemburg’un 1 milyon dolarını da snobe etmemişti.