Doğrudan gireyim...Önümüzdeki şubat ayında Dışişleri Bakanı Lieberman’ın duruşması var.
Dava konusu “yolsuzluk...”
Yüzde 99.9 bakanlıktan ayrılacak.
Türkiye’ye karşı tavrı ve söylemiyle iki ülke arasına buz kalıpları koyan Lieberman ayrıldıktan sonra çok şey değişebilir.
“İsrail ordusuna insanlık dersi en son verecek olanlar Türklerdir, siz bize vaaz veremezsiniz” hezeyanı zaten ruh halini ve kafa yapısını ortaya koymakta.
Tekrarlıyorum...
“Bu adam gidici...”
Siyasete “cuk” oturan bir “cambaza bak” öyküsü vardır.
Tercüman gazetesi sahibi Kemal Ilıcak’ın hukuk danışmanı, hoş sohbeti nedeniyle yanından ayırmadığı Ali Çekiç anlatırdı. İkisi de artık görünmezler arasındalar. Sonraları bu öyküyü Rauf Tamer de güzel üslubuyla yazmıştı.
İyi tuttu...
Tazeleyeyim...
‘Cambaz ip üstünde yürümekte, tehlikeli hareketler yapmaktadır.
Halk çember oluşturmuş, gösteriyi heyecanla izlemekte...
Kalabalık arasında bıçkının biri, önündeki genç kıza arkadan acayip yanaşmış, edepsizlik yapıyor.
Hürriyet Genel Yayın Yönetmenliği’ni bıraktıktan sonra yaptığı bu ilk söyleşide yeni felsefesini sağ koluna taktığı bilekliğe yazdırmış.
Afrika’nın Svahili dilinde “Problem yok, takma kafana” anlamına geliyormuş.
Basının amiral gemisi kaptan köşkünde 20 yıla imza attıktan sonra bu felsefeyi ne kadar içselleştirdi bilemem ama benimsemesi doğal.
Hakkında en çok konuşulan, yazılan gazete yöneticisi olarak onu anlamak gerek.
Üç kez Genel Yayın Yönetmenliği, bir kez TV Genel Müdürlüğü yaptığım için empatide zorlanmıyorum.
Yeni hayata geçişin “jet lag” içindeyken, hassasiyet daha da fazladır.
Hele hiç ummadıklarından özensizlik ya da hoyratlıklar...
Belgesel tadında bir “suikast” iddiasından “mağdur” siyaset rantı sağlamak olayını yansıtayım.
Paris, 1959 yılı... 15 Ekim’i 16’ya bağlayan gece, politikacıların, gazetecilerin uğrak yeri Brasserie Lipp’te birkaç kadeh içtikten sonra Nievre senatörü ve Sosyalist Parti’nin tepesindeki François Mitterrand otomobiliyle evine doğru yol almaktadır.
Bir başka araba tarafından takip edildiğini anlar ve emin olmak için Observatoire caddesine geldiğinde yavaşlar, durur. Bakalım arkadaki araba geçip gidecek midir?
Ancak hiç ummadığı bir şey olur; arkasındaki araba yanından geçerken içinden birkaç el ateş edilir. Mitterrand isabet almaz, kurşunlar kendi arabasına saplanır.
Ateş edenin otomobili de hızla uzaklaşır. (Olaydan sonra Mitterrand’ın anlatımı böyle.)
Manşetlerde, ekranlarda, siyaset kulislerinde hep bu sansasyonel haber...
“Kapitalizmin derin ve karanlık güçleri, halktan yana sosyalist hareketi yok etmek için tezgâh kurdular... Hedefte François Mitterrand (!..)”
Bir film izledim. Filmin kahramanı bir “Beden dili” uzmanı...
“Beden dili” eğitimi almış genç ve güzel bir kadını da yardımcı olarak işe alıyor.
İlk gün genç kadın ofise geldiğinde uzmanın genç ve yakışıklı asistanı ona hiç giriş falan yapmadan ve harbiden, “Seninle yatmak istiyorum” diyor.
Genç kadın şaşırıyor.
Beden dili uzmanı olan patron da oradadır. Erkek asistanına dönerek, “Söylediğinin bilimsel adını bu genç hanıma açıkla” diyor.
Genç adam “Radikal dürüstlük” cevabını veriyor.
Demokrasiyle yatağa girmek için on yıllardır laf salatası yapılıyor.
Türkiye gündemine bu kez de “başkanlık sistemi” zuhur etti.
Burhan Kuzu’nun “başkanlık sistemine geçiş” söylemi, yakın gelecek için atılmış “aydınlatma fişeği” gibi bir yoruma da açıktır.
AKP’nin projesi mi?
Başbakan R. T. Erdoğan’a bir sonraki basamakta oynayacağı rolün senaryosu mu?
Açayım...
Yeni anayasa başkanlık sistemi ekseninde hazırlanıyor. Kurumlar bu sisteme göre yeniden düzenlenir.
Elbette... Parlamentoda yeterli “nitelikli çoğunluk” sağlanması zor.
TSK’ya karşı “psikolojik savaş” hasar yaptı mı? Aldığım izlenimlere göre ne yazık ki “evet...”
Toplum nabzını iyi tuttuğu kanısında olduğum çevrelerde, halkın “TSK konusunda kafasının karıştığı” bulguları var.
Yakın zamanlara kadar “TSK’ya güven” Türkiye insanında “tavan” yapıyordu.
Artık kafalarında gri bölgeler oluşanlar çoğalmakta.
Hem de dikkat çekecek oranda...
Üzücü ama ne böyle bir süreç yaşanıyor.
Kamuoyu TSK odaklı öyle yoğun ve sürekli “negatif” yayın bombalarının küllerine maruz ki etkilenmemesi mümkün değil.
Bu köşede 9 yıl önce 14 Ekim 2001’de yazdığım satırlardan birkaçını yansıtayım:
Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök anlattı:
Birkaç gün önce İzmir’deki evimde annemle baş başaydık.
Ana-oğul, 1 buçuk yıl önce yitirdiğim babamdan anıları tazeledik.
Kalktı, içerden babamın cüzdanını getirdi.
“Bak, içinde ne buldum” diye, gazetelerden kesilmiş iki yazı gösterdi.
“Biri senin, diğeri de Güneri Cıvaoğlu’nun dedi” diye noktaladı Ertuğrul.