TÜRKİYE siyasetinde “gündem savaşları” yaşanıyor.
Geride kalan perşembeye kadar gündemde iktidara vuran maddeler vardı.
Örneğin...
“ - Ekonomik kriz ve çalışanların tensikatı...
- Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın damadının, Ankara Belediyesiyle ballı diye nitelenen arsa becayişi...
- Ankara Belediyesi’nin halktan aldığı paraları -Kemal Kılıçdaroğlu’nun ekranlardan yansıttığı belgelerden sonra- iadesi...”
Bunlar AKP’yi silkeleyen sert rüzgârlardı.
15 ARALIK 1950, Senatör McCarthy kürsüde “gazetecilik orospuluğu” deyimini kullanıyor ve bu söylemle isim vererek hedef gösteriyor.
McCarthy, Amerika’da “cadı avı” olarak anılan “komünistlere sürek avı” hareketinin “lanetli adamı” olarak tarihe geçmiştir.
Onun öncülüğünde “gazetecilerin, devlet bürokrasinden önemli isimlerin, politikacıların, yazarların, tiyatro ve sinema sanatçılarının ve yönetmenlerinin” üzerlerine “komünist” damgası basılarak, hayatları karartılmıştır.
Bunların çok azı gerçekten Kremlin ilişkili komünistlerdi. Çoğu liberal aydındı.
Bu öyle bir “cadı avıydı” ki, hedef gösterilenlerin hayatları kararıyordu.
McCarthy’nin açtığı bu yolda, ona ne yazık ki hiç umulmayan kişiler de yürüyüş arkadaşı oldular.
Örneğin Kayseri kökenli ünlü yönetmen Elia Kazan bile önüne olanak kapıları açılacağı beklentisiyle Hollywood’daki arkadaşlarını, Senatör McCarthy’nin komisyonuna “ABD Komünist Partisi üyesi” diye ihbar etti. Onları rol alamaz, filmlerde yönetmenlik yapamaz hale getirdi.
İBRAHİM Şahin üzerinden Ergenekon izleri sürülerek kazılar yapılıyor.
Bunlardan biri sonuca ulaştı; “eylem cephaneliği” bulundu.
Peki...
Bu gerçekten devlete karşı “darbe girişimi” kanıtı mı?
Bu konuda Türkiye güvenliğinin en üst noktasında görev yapmış saygın bir ismi anımsıyorum.
Abdullah Çatlı ve o grupta sayılabilecek kişilere “devlet tarafından özel ve gizli görevler verildiği, bazı hedef kişileri öldürmek dahil, eylemler yaptırıldıkları” yolunda iddialar üzerine konuşmuştuk.
Böyle abartıları yanlış buluyordu.
NÂZIM Hikmet’e vatandaşlık iadesi bağlamında onun mezarını ziyaret etmek ve çiçek koymak hoş bir anımdır.
Nâzım’ın yaşamını 5 bölümlük bir belgesel yapmıştık. O bağlamda şairin mezar taşında işlenen “Rüzgâra karşı yürüyen adam” çalışması ilgimi çekmişti.
Bu yapıtta imzaları olan iki sanatçıyı atölyelerinde ziyaret etmiştim.
Viladmir Lemport ve Nikolay Silis başarılı heykeltraşlardı.
Nâzım’a hayrandılar.
Saygı duyuyorlardı ama daha önemlisi onu çok seviyorlardı.
Bu duygusal yakınlığın nedenini dinledim.
Ceza hukukunun temel ilkelerinden biri "kanıttan suçluya ulaşmaktır."
Türkiye'de bunun tersi oluyor.
Önce bireye gidiliyor, suçlu varsayımı üretiliyor. Sonra onun üzerinden delil aranıyor.
Ergenekon sürecinde rahatsız edici "Bir şeyler yanlış ama ne?" sorusunun cevabı belki de bu.
İstanbul Barosu Başkanı Av. Muammer Aydın, bilardonun yuvarlak deliklerine, köşeleri takılan küp şeklindeki bilardo topu gibi net olarak ortaya koydu yanlışlığı...
Yoksa...
Elbette -eğer varsa- Türkiye'nin demokratik rejimini hedef alan, karanlık işlere tezgâh kuran, devletin içinde "derin devlet" olarak yuvalanan, kirli işlere karışan, infazlar yapan "Gladio" türü bir "Ergenekon" örgütü üstüne gidilmelidir.
SİYASET tarihimizde "Genelkurmay'ın ışıkları geç saatlere kadar yanıyordu" söylemi iyi bilinir.
Hassas süreçlerde "askerin tansiyonunun yükseldiği" mesajını veren "gazeteci jargonudur" bu... (Kurtul Altuğ'un bir kitabının kapağı da budur.)
Hatta eskiden başkent gazetecileri gecenin bir saatinde evden çıkarlar, otomobille "Genelkurmay ışıklarını yoklama" amaçlı turlar atarlardı.
Çarşamba gecesi de Genelkurmay'ın ışıkları saatlerce yanık kaldı.
Org. İlker Başbuğ, 3 kuvvet komutanı ve Jandarma Komutanı'yla 6 saat süren bir toplantı yaptı.
Toplantının içeriğini değil ama gündemini tahmin etmek hiç de zor değildi.
O gün biri Milli Güvenlik Kurulu eski Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç olmak üzere aralarında Em. Org. Kemal Yavuz'un, Genelkurmay eski Hukuk Dairesi Başkanı Em. Tümgeneral Erdal Şenel'in de olduğu generaller, muvazzaf subayların evlerinde aramalar yapılmış, subaylar sorguya alınmışlardı.
Ergenekon’un 10. dalgası ilginç bir zamanlamayla yükseldi.
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın oğlu ve ortağını Ankara Belediyesi’yle “ballı-kaymaklı” gayrimenkul becayişi iddiaları da manşetlere yükselmişti.
Ukrayna üzerinden gelen Rus doğalgazının kesilmesiyle birlikte “titreten kış mı” kuşkuları tırmanıştaydı.
İsrail-Filistin ateşkesi için Fransa Başkanı Sarkozy ve Mısır Devlet Başkanı Mübarek’in başrolü çalmalarıyla vitrin bozulmuştu.
Ergenekon’da 10. dalga yükselmeseydi bunlar konuşulacak, medyada tavan yapacaktı.
Olmaz deme, olmaz olmaz
Başbakan Erdoğan dün İsrail için "çok ağır" konuştu.
Psikoanaliz yöntemiyle Erdoğan'ın geçmişte yaşadığı olay bugünlere uzanan "travma"yı düşündürüyor.
Başbakan Erdoğan, "Gazze'ye geçmek için Ramallah Kapısı'nda yarım saat otomobil içinde bekletilen Türkiye Başbakanıyım ben" dedi.
Bunu büyük saygısızlık olarak, içinde bir zehir damlası gibi taşıdığı hissediliyor.
Gerçekten... İçe sindirilemez bir muamele bu.
Ne diplomaside protokol kurallarına, ne devletin doruklarındaki karşılıklı hukuka...
Eğer çok önemli bir güvenlik sorunu çıkmışsa, bu, Başbakan Erdoğan'a açıklanır, gecikme nedeniyle özür dilenirdi.