Akın Birdal'a kanlı ve çirkin saldırının arkasında soru işaretleri var.
Örneğin...
İçişleri Bakanı Başesgioğlu, soruyor:
"Saldırganlar, neden bu tür cinayetlerde ya da cinayet girişimlerinde olduğu gibi, içeri girer girmez ateş etmediler?
İçeride 7 - 8 dakika kalmışlar.
- 1 Mayıs olaylarında bir yakınlarının polis tarafından gözaltına alındığını... onu merak ettiklerini - söylemişler. Birdal, - konuya Ankara şubesi bakar - demiş. Sekreterinden Ankara şubesinin telefon numarasını istemiş. Sekreteri numarayı getirmiş. Saldırganlar numarayı almışlar. Sonra... Giderlerken silahlarını çekip ateş etmeye başlamışlar. Neden?" Sonra da,
Türkiye, bir belirsizlik ortamına mı kaymakta?
İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal'ın vurulması, aslında çoktan sorulması gereken bu soruyu "bir kan şokuyla" karşımıza getirmiştir.
Birdal'ın fikirleri, siyasi görüşleri ayrı bir tartışma konusudur.
Ancak...
Bir insan olarak, temel hak ve hürriyetlerin en kutsalı ve önceliği olanı; "yaşama hakkı"dır.
Fikirleri paylaşılmasa da demokrasilerde, hukuk devletinde kimsenin kurşunla susturulamayacağı... Hiç bir sorunun kanla çözülemeyeceği açıktır.
Bu çirkin saldırıyı ve faillerini kınıyoruz.
Milliyet, bir "ilk"e daha imzasını attı.
Yazı İşleri toplantısını Diyarbakır'da yaptı.
Bu bir simgedir.
Her sektörde örnek olmalıdır.
Manşetimiz, deneyimli yazar arkadaşlarımızın satırları çok önemli mesajlar veriyor.
Acı veren görüntülerin karşısında, teselli; "artık yörede güvenliğin geçmiş yıllara oranla kıyaslanmayacak kadar sağlanmış olması."
İnsan haklarının temeli, "yaşamak..." değil mi?
Neden "ATLARI DA VURURLAR?"
Neden "BİZİ DE VURURLAR?"
Bostancı Gösteri Merkezi'nde cuma gecesi...
"Atları da vururlar"ı, 1 milyon dolaylarında öğrenciyi açıkta bırakan ÖSS yangının dumanları tüterken izledim.
"Atları da vururlar", Horace Mc Coy'un romanının ve sonra aynı adla çevrilen filmin adıdır.
1930'lar Amerikası'nda, ekonomik kriz ve vahşi kapitalizmin karşısında yenik düşen genç insanların, bir para ödülü uğruna bedensel ve duygusal sömürüsünün öyküsüdür.
Bu bir dans yarışmasıdır.
Ankara'nın çok dar çerçeveli siyaset kulislerinde, yapılacak ilk seçim sonrası için ilginç bir değerlendirme var:
"Anavatan ile CHP'nin bir ortak hükümet kurabileceği..."
Hatta...
"DYP ile Anavatan'ın bütünleşme olasılığı Meclis çoğunluğuna yetmezse, DSP'nin yerini CHP'nin alması..."
Bunlar, şimdilik "çok uzak" gibi görünen olasılıklar.
Ne var ki...
Koşullar gerektirdiğinde, en olmadık iktidar formülleri görülebiliyor.
Dünya demokrasilerinden bir ufuk turu...
Örneğin...
1991 seçimlerinde Mesut Yılmaz'ın siyaset danışmanı olan - seçim sihirbazı - Seguela'nın asistanı Erol Özkoray'ın anlattıklarını dinleyelim.
Fransa'da ırkçı ve aşırı muhafazakar Le Pen'in yüzde 15 oyları, kaygıyla karşılanıyor.
Merkez sağın iki büyük partisiyle, iktidardaki sosyalistler bir araya geliyorlar.
Siyaset laboratuvarında bir seçim deneyi geliştiriyorlar.
Küçük bir seçim yöresinde yapılan Yerel - yenileme - Seçiminde, Le Pen'in Milli Cephe adayı, birinci turda yüzde 45 oy almış.
Size Lord Meghnad Desai'nin görüntüsünü çizeyim.
İngiltere'nin 16 yıllık Muhafazakar İktidarını noktalayan İşçi Partili Başbakanı Tony Blair'in Danışmanı. Önce garip gelen, İşçi Partisi'nden bir Lordlar Kamarası üyesi. Kanal D'deki odamda onu beklerken tipik bir İngiliz aydınıyla karşılaşacağımı umuyordum.
Uzun boylu, kumral ya da sarışın... Açık renk gözlü... İnce... kolları ve bacakları uzun...
Belki, gözlüklü...
Yıllar içinde yıpranmış olmanın güngörmüş hoşluğunu yansıtan bir el çantası.
Oysa...
Bir Hintli girdi kapıdan.
Anavatan ile CHP arasında "ılık" esintiler var.
Dün, Baykal ve Yılmaz'ın birbirlerine mesajları, bunalımın giderek uzaklaştığı izlenimini veriyordu.
Önümüzdeki günlerde çok daha "sıcak çizgide" buluşmaları büyük olasılık.
O konuya dipten bazı ilginç dirsek temaslarını, daha sonraki satırlarda yansıtacağım.
Önce, düne dönelim...
Baykal, "11 ay seçim yok. Seçim hükümetini de şimdi konuşmuyoruz" dedi.
Peki...