ÇEKİÇ Güç'ün görev süresinin uzatılması konusunda ABD tarafı bizim Dışişleri'ne ve Genel Kurmay'a başvurdu.
"Çekiç Güç'ün yeni statüsü ne olacak, konuşmaya başlayalım..."Bu arada, şu izlenimlerimin altını çizeyim.
ABD her üç ya da altı ayda bir... Yahut her yıl, görev süresinin uzatılıp, uzatılmayacağı siyasi polemik konusu olmayacak belirli ve kalıcı bir statü istiyor.
ABD'nin Çekiç Güç işlevlerinden tamamen vazgeçeceği ve İncirlik'te simgesel olarak 48 uçak bırakacağı iddialarının derininde başka gerçekler var.
Örneğin... Çekiç Güç'ün Zaho karargahından yapılan kara bağlantılı denetim operasyonları, zaten, artık mümkün değil.
Zaho'daki karargah önce Silopi'ye alınmıştır. Sonra Kuzey Irak'taki bütün duyarlı alanlar, Barzani tarafından Saddam'ın gizli servisi, Muhaberat ajanlarına açıldığı için Çekiç Güç'ün kara operasyonları büsbütün imkansız hale geldi.
RİGHT of Privacy, kişinin özel hayatı ve gizliliği koruma hakkındaki hukuki güvencelerin ABD'deki adıdır.
Türkiye'de bu hakkın ihlal edildiği bir yana, adeta ırzına geçildiğini söyleyebiliriz.
ABD'de kişinin haberi ve onayı olmadan sesini dinlemek, kaydetmek, özel yaşam fotoğraflarını almak, görüntülerini, sesini videoya almak suç.
Hatta, kişi eğer bir cürüm işlemişse ve bu cürümün kanıtı olarak izinsiz alınmış video görüntüleri, ses bantları mahkemede değerlendirilmişse... Medya gene bunları da teşhir edemiyor.
İlke olarak böyle kanıtların toplanmasında Hukuki mercilerin yazılı izni gerekiyor. Çok kaçınılmaz hallerde ve son çare olarak bu izin verilebiliyor. Yani kişinin evinin, telefonlarının, işyerinin, otomobilinin dinlenmesi, yazışmalarının açıklanması...
Fransa'da, İtalya'da, İngiltere'de de düzenlemeler hemen hemen böyle.
Sadece Almanya'da polis çok acil hallerde izin almadan özel yaşama dinleme ve gözlemeyle gizlice müdahale edebilir. Ama bu durumda da 48 saat içinde savcılığa bilgi vermesi ve izin istemesi şartı var. Eğer savcılık izin vermezse, yapılmış bulunan dinlemeyi gerekli bulmazsa, kanıt olarak kullanılacak nitelikte de olsa bütün dinleme bantları imha ediliyor.
CEZAYİR'den Türkiye'ye uzanan bir çizgi çekelim...
Paris Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Salah Jaber "İslamda Köktendincilik" üzerine çalışmalarıyla ünlüdür.
Bakınız ne diyor:
"Ben, İslam'ın çağdaş bir anlayışa kavuşabileceği inancındayım....... Ama, bu tür bir İslam'ın ortaya çıkabilmesi için, çağdaşlaşmış bir toplumun ve çağdaşlaşmış bir devletin olması gerek. Tersi olmuyor. Yani, önce dinin modernleşmesi, sonra toplumun onu izlemesi şeklinde gerçekleşmiyor. Toplum modernleşince, dini modernleştiriyor. İslam'ı modernleştirerek, toplumu modernleştirmek mümkün değil." Bu genel yargıdan sonra, Salah Jaber'in Türkiye için özel görüşünü de yansıtalım:
"Kemalizmin temsil ettiği modernleşme hareketinin, yükseliş döneminde, dinin ve İslamcılığın gerilediğini gördük." Hadise bu kadar net.
Atatürk, daha 20. yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekçi çizgiyi yakalamış.
"Önce toplumu modernleştirmek...Bu süreç içinde başarı kazanırken, İslam'ın da modernleşmesi."Cumhuriyet, harf devrimi, kıyafet devrimi, takvim ve ölçü değişimleri... Hukuk devrimi... Yani çağdaş alt yapının sağlanması...
ŞU satırları yazmadan az önce Yunanistan'dan bir telefon geldi.
TA NEA Gazetesi adına bir Yunanlı hanım gazeteci soruyordu:
"Abdullah Çatlı ya da Sedat Bucak, Yunan adalarındaki ormanları yakmışlar. Bunu TV'de söylemişler doğru mu?"HBB'deki röportajı anımsadım. Programa telefonla katılan Haluk Kırcı'nın yanılmıyorsam bazı sözleri olmuştu bu konuda.
Yunanlı gazeteciye "bir yangın sözünün geçtiğini, fakat, Yunanistan ya da Yunan adalarındaki ormanlar kelimelerinin telaffuz edilmediğini" söyledim.
"Herhangi bir yangından söz edilmiş olabilir" dedim.
Bu kez "Abdullah Çatlı'nın Ermeni teröristleri öldürmeleri" yolundaki iddiaları sordu.
"Bunların söylentilerden ibaret olduğu" yanıtını verdim.
MESUT Yılmaz'a Budapeşte'de saldırıyla belki de paralel oluşturabilecek bir olayı yansıtayım.
Güney Amerika'da bir Başkanlık seçimi kampanyası... Dürüst ve temiz genç başkan adayı yanında eşi ve oğluyla bir miting konuşması yapmaktadır. Aniden bir silah sesi duyulur. Yanından vızıldayan kurşunlar oğluna rastlar. Çocuk yaralanır. Yere düşer. Başkan adayı konuşmasını keser. Oğluna sarılır. Kucağında ambülansa taşır. Neyse ki kurşunlar sadece sıyırmıştır. Yara hafiftir.
Oğluna sarılan başkanın gömleği kan içinde kalmıştır.
Seçim kampanyasını yöneten "siyasi tanıtım uzmanı" yanındakilere, başkanın korumalarına, yardımcılarına, sekreterlere şöyle bağırmaktadır:
"Üzerindeki gömleği sakın atmayın. Sakın yıkamayın.
Böylece saklayın.
Seçim gününe kadar liderimiz her mitingde bu kanlı gömleği giyecektir.
BASIN yasalarına "resmi sıfata sahip kişilerin itibarlarını kıracak" sözde suçlar üretmek her devirde görülmüştür.
Franco'nun dikta İspanya'sında, Mussolini'nin Faşist İtalya'sında, Hitler Almanya'sında... Güney Amerika'nın demokrasileri evlere şenlik muz Cumhuriyetlerinde...
Ve açılan bu kapıdan bakınız nasıl yasalar da geçmiştir.
Nikaragua'da "fikir özgürlükleri" gibi bir fiyakalı yasaya dayanarak LA PRENSA adlı günlük gazete yayını durdurulmuş, genel yayın yönetmeni yargı önüne çıkarılmıştır.
Suçu, Başkan Somoza'nın oğlu tarafında yönetilen bir şirketteki çalışma koşullarının gazetede eleştirilmesidir.
Yani...
Hadi şahsiyet yapmayalım .
FAŞİST İtalya'da Korporasyonlar vardı.
Yani meslek odaları. Bunlar Faşistlerin denetimi altındaydılar. Kimse bu odalara üye olmadan işe giremiyordu.
Gazeteciler de "basın odalarına" kayıt zorunluğu altındaydılar. Mussolini'nin faşist komiserlerinin onayı olmadıkça odaya kayıt yaptıramıyorlardı.
Böylece sadece Duçe'nin istediği faşizmin borazanlarına gazetecilik yapma olanağı verilmişti.
Bu durumda ceza yasasında çok özel hükümlere - ki gene de vardı - gerek olmaksızın medyaya gem takılmıştı.
Bu özel uygulamaya Türkiye'de bile savaş yıllarında özenilmişti.