Kafasını 1960’lara takmış Lyon çıkışlı ‘psychedelic’ rock ekibi Gloria, yeni albümünde Antik Yunan kültüründen etkileniyor.
‘Psychedelic’, 1960’ların gençlik kültürüne gönderme yapan bir tanım. O dönem belli çevrelerde popüler olan LSD etkisindeki üretimler ve estetik anlayış ifade edilmek isteniyor. Parlak renkler, göz alıcı şekiller ve bunların müzikal iz düşümü olarak psychedelic rock. O dönem, türün kurucu babalarından (erken dönem) Pink Floyd’un ve çağdaşı beş-altı grubun başını çektiği akım bugün artık LSD kültürünü değil, daha çok 1960’ların içinde biraz üçüncü dünya sosu da olan müzikal estetiğine referans olarak kullanılıyor. Bu bağlamda Tame Impala da, Goat da, Khruangbin de, Gaye Su Akyol da aynı çuvala giriyor mu? Biraz öyle.
Psychedelic müzikler 1960’lardan başlayarak bütün dünyaya yayılmış. Tayland’da karşımıza çıkıyor, Afrika’da var, Güney
İtalyan yazar Roberto Saviano’nun 2006 tarihli “Gomorrah” adlı kitabı, Napoli mafyası Camorra’nın iç yüzünü anlatan çok çarpıcı ve sert bir kitaptır. Okumadıysanız da dizisini muhtemelen seyretmişsinizdir. 2004-2005 yıllarında zirve yapan kartel savaşlarını anlatan eserin başlıca mekânı şehrin sırtlarında, Paolo Sorrentino’nun filmlerindeki romantik Napoli’den her anlamda bir hayli farklı Napoli’de, Scampia’da geçer. (Not: Elena Ferrante de şehrin bu yakasından hikâyeler anlatmıştır.)
Scampia ve komşusu Secondigliano, Camorra suç kartellerinin mekânıdır ve buradaki toplu konutlar öylesine işgal edilmiştir ki çoğu yere polis dahi giremez. Savaşların en yoğun döneminde tek bir günde 13 kişinin öldüğü kayıtlara geçmiş. İçinde masum sivillerin de olduğu yüzlerce insanın hayatını kaybettiği bu savaşlara sahne olan iki bölge 1990’ların sonundan itibaren Avrupa’nın uyuşturucu deposu olmuştu.
Güney Amerika’dan Napoli’ye gelen gemilerden indirilen uyuşturucu burada işlenip, paketlendikten
Muireann Bradley ile tanışın. 18 yaşındaki İrlandalı şarkıcı ve gitarist, 120 yıllık geleneksel blues müziğini kendi kuşağına tanıtıyor
Blues klasikleri, gitar çalan birinin ilk dostudur. Sonradan ne tür müzik yaparsanız yapın, gelişiminiz hangi yönde ilerlerse ilerlesin, bir defa blues sisteminize girmişse artık sizinle her yere gelir.
Basitliği mi, bu basitliğin üzerine inşa edilen sonsuz kombinasyon mu, yoksa bu basitliğin şaşırtıcı derecede güçlü duygusal yeteneği mi bilmiyorum ama ergenliğinde gitara merak saran pek çokları gibi ben de blues’la başlamıştım. O zaman bu konuda ne bulsam okurdum ve ben ergenken nadiren elinize geçebilecek Rolling Stone dergilerinden birinde Keith Richards’ın blues’dan nasıl etkilendiğini okumuştum. Dünyayı pop ve rock müziğinin binbir tonuyla sarsan İngiliz grupları, The Beatles’tan başlayarak Amerikalı blues’cuları takip etmiş, duyduklarını kendilerince yorumlayıp popülerleşmesini sağlamışlardı. Siyahların müziğini beyazlara tanıtan gençler deniyordu ve “British Invasion” adı verilen ve Beatles’tan Rolling
Bu yıl İngiltere’nin en popüler açık hava etkinliklerinden biri olan Reading Festival’i izlemek isteyenler hafta sonu biletine 325 sterlin ödeyecekler. 15 bin 900 TL.
Wireless Festival’in hafta sonu biletinin fiyatı 388 sterlin. Yaklaşık 19 bin TL.
Haziran’da Belçika’da Leuven yakınlarında düzenlenecek Rockwerchter’in dört günü kapsayan kombi bileti 312 avro’ya satılıyor (günlük biletler tükenmiş bile). 13 bin 400 TL.
Primavera Sound kombine bilet 350 avro. 17 bin 150 TL. VIP isterseniz 545 avro. 26 bin 700 TL. İsterseniz diyorum ama her iki kategori biletler de tükendi. Re-sale sitelerinde astronomik fiyatlara fırsatlar var.
Roskilde Festival’in kombine bileti bu yıl 2550 Danimarka kronu. 14 bin 815 TL. Günlük biletler daha ucuz olduğundan tükenmiş. Bu da yakında tükenir.
ABD Chicago’daki Lollapalooza’yı izlemek isteyenler için hafta sonu bileti 415 dolar. 15 bin 800 TL. Plus kategorisi var. 775 dolar. VIP yani. 29 bin 450 TL.
Pukkelpop’un 5 günlük kombine bilet 282 avro. 12 bin 120 TL. Herhalde hesaplı geldiğinden ç
BBC’de çalan şarkıyı duyunca yıllardan 2009 gibi geldi. 30 saniye kadar kulak kabartınca “Rushmere”ı tanıdım. Mumford & Sons’ın geçen hafta yayınlanan aynı adlı albümünden güncel single bu. 10 şarkı, 34 dakika, katıksız bir 2000’ler nostaljisi. Tam 2000’ler de diyemeyeceğim, 2007’de kurulan, ilk albümü “Sigh No More”u 2009’da yayınlayan, 2012’de ikinci uzunçaları “Babel” ile dünya çapında üne kavuşan Londralı ‘folk revival’ ekibi aradan bunca yıl geçmemiş, indie müzik kabuğuna çekilmemiş, dünyayı fethetme işi K-Pop, rap ve EDM’e kalmamış gibi müzik yapmaya devam ediyor.
2000’lerde Londra’nın muhtelif mahallelerinde gelişen brit folk akımından geriye bugün artık arşivlerde kalan Noah and The Wale ve kendi hâlinde konserler veren Laura Marling kaldı. Ancak 2025 itibarıyla banjocu Winston Marshall’ın ayrılmasıyla artık üç kişi kalmış Mumford & Sons’ın albümü radyolarda bangır bangır çalınmakta.
Canlanma
2000’li yılların
“Türkiye’ye gelen global sanatçılara istedikleri astronomik kaşeler nasıl verilebiliyor, nasıl oluyor da bu işi düzenleyen şirketler bu maliyetlerle kar edebiliyor?” Uzunca zamandır sorulan sorular bunlar. Zira bilet fiyatları belli, seyirci sayısı belli, salon kirası, sanatçı kaşesi belli, sponsorluk belli. Topla, çarp, böl, çıkar, dört işlemle içinden çıkılabilecek konular değil hakikaten.
Aslı Atasoy’un organizatör Gökhan Tunçişler ile yaptığı ve T24’te 7 Mart’ta yayınlanan söyleşide ciddi iddialar var. Yıllardır konserler üzerinden kara para aklandığı belirtiliyor. Şöyle diyor Tunçişler: “Şu an bir DJ getirdiğiniz zaman kaşesi 150-200 bin dolar. Bu rakamlar gerçek piyasa değerinin çok üzerinde. Mesela büyük bir sanatçı getiriyorsun kaşesi 4-5 milyon dolar. İşi de büyük bir yerde yaptığın zaman çarpı bu rakam iki oluyor. 10 milyon doları bir günde harcıyorsun. Vergilendiriyorsun, faturalandırıyorsun ve bilet kesiyorsun.”
Konserler üzerinden para aklama
Fransız DJ ve prodüktör Etienne De Crecy’nin Damon Albarn’ı da konuk ettiği yeni albümü “Warm Up”, ‘90’ların Fransız house mirasını günümüzün dans müziğiyle güncelliyor
‘90’ların disco’su, club’dı. Trans DJ’lerinin ele geçirdiği club sahnesi Paris’ten yükselen seslerle yeni bir viraja girerken 10 yılın ikinci yarısından sonra Daft Punk, Motorbass, Cassius, Demon gibi isimler duyulmaya başlanmıştı. Teknik olarak Paris’in gece hayatında adını duyurmuş bir grup müzisyen, DJ ve prodüktörün farklı isimler altında, farklı kombinasyonlarla bir araya gelip yeni bir akım oluşturmalarına tanık oluyorduk. Bu dönem olan biteni en iyi anlatan ve içeriden bakan yapımlardan biri 2014 yapımı “Eden” adlı filmdir. Dönemin elektronik müzik sahnesini, Paris’te yaşananları, French house’un doğuşunu ve dönüşümünü, gerçeğe çok yakın kurgu bir hikâyeyle anlatıyordu bu film. Fırsat bulursanız ve bu dönem ilginizi çekiyorsa bir ara izlemenizi
Kitap okumaya çizgi romanlarla başladım. Hepimiz böyle başladık, yani benim kuşak, ‘70’lerde ‘80’lerde doğanlar. Ticaretini de yapardık. Para kazanmaktan ziyade amacımız çıkan bütün kitapları okuyabilmekti. Hepsini satın almaya harçlığımız yetmezdi. Kazandığımız parayla ya da takas yöntemiyle yeni kitaplara ulaşırdık. Zaten ilkokuldayız kazandığımız paradan ne olacak... Ataköy’de 4. Kısım çarşısının girişinde tezgâh açardık. Yere serdiğimiz örtünün üzerine kitapları dizer, kenarına bağdaş kurup bütün gün müşteri bekler, bir yandan da kitap okurduk.
Tommiks, Teksas (ben çocukken bile eski gelirlerdi) popülerdi ve ilk okuduklarımızdı. Sonra Zagor, Mister No, Kızılmaske, Mandrake tipi macera odaklı olanlar girdi hayatıma. İlerleyen zamanlarda Martin Mystere’den Corto Maltese’ye sevdiğim çok karakter oldu. Conan’lar Red Sonja’lar başka bir kapı açmıştı. Bu ikisine bir ara o kadar hâkimdim ki mesela John Buscema’nın çizdiği versiyona bayılırdım. Hatırladığım kadarıyla Buscema’lar