Bugün 10 Kasım.. Atatürk’ü aramızdan ayrılışının 71. yılında bir kez daha sevgiyle, saygıyla, özlemle anıyoruz.
Biz O’nu senede bir gün ananlardan değiliz...
Her gün anıyoruz.. Her gün ne kadar ileri görüşlü, ne kadar haklı, ne kadar çağdaş, ne kadar ön sezili olduğunu bir kez daha hayranlıkla saptıyoruz.
O’nun büyüklüğünü anlamak için sadece “Gençliğe Hitabe”sini okumanız yeterli... İktidarı elinde tutanlarla ilgili o gün söyledikleri sonraki yıllarda harfiyen doğrulanmıştır.
İktidarı ellerinde tutanlar o yüzden Atatürk’ü gözden düşürmek için ellerinden ne gelirse artlarına koymuyorlar.
Ülkemizde artık “Kemalist” olmak (eskiden komünist olmak gibi) adeta suçtur...
Dünyada ilk ulusal kurtuluş savaşını vermiş bir ülkenin aydınları “ulusalcı” diye suçlanıp karalanıyorlar.
Sudan Devlet Başkanı El Beşir’de bizimkileri çeken bir cazibe var... Uluslararası Ceza Mahkemesi adamın soykırım suçundan tutuklanmasını istiyor. Bizimkiler tutuklamak ne kelime, adamı el üstünde taşıyor. ABD ve AB’nin Türkiye’ye kabul etmeyin çağrısına karşı Cumhurbaşkanı Gül adeta rest çekiyor:
- Onlar ne karışır ki...
Sanki ABD ve AB bize ilk kez karışmış... Üstelik insan hakları konusunda artık bütün ülkeler birbirine karışabiliyor. Gül Bey bunları bilmez mi? Bilir elbette... Ancak anlaşılan son zamanlarda Tayyip Erdoğan’ın İsrail’e ve Batı’ya karşı efelenmelerle topladığı puanları kıskandı... Muhtemelen bir efelik de ben yapayım diye düşündü...
Ankara kendini: “El Beşir bizim davetlimiz olarak gelmiyor, İslam ülkeleri toplantısına geliyor” diye savunuyor. İyi de El Beşir New York’a Birleşmiş Milletler toplantısına gidebiliyor mu? Sıkıysa gitsin...
Cumhurbaşkanı Gül geçen yıl da El Beşir’i Çankaya’da devlet töreniyle ağırlamıştı.
Bu arada ABD yönetimine yakın gazetelerden Wall Street Journal’de yayımlanan yazıya dikkat... David Schenker’in “Türkiye’siz bir NATO” başlıklı yazısında Türkiye’nin artık NATO’nun güvenilmez ortağı olma yoluna girdiği belirtiliyor...
Yaşanan
“Hastanın yararı kadar toplumun bazı kesimlerinin düşüncelerini de düşünmek zorundayız.”
Adli Tıp Kurumu Başkanı Doç. Haluk İnce’nin kanser hastası Güler Zere’ye verilecek raporla ilgili ettiği bu laf haklı olarak büyük tepkiye yol açtı. Tepkiyle birlikte kafalarda kimi sorular da oluştu. Örneğin bir okurumuz merak etmiş, soruyor.
“Benim bildiğim, bilimsel kuruluşlar raporlarını toplumun arzularına, beklentilerine göre değil, bilimsel gerçek neyse ona göre verirler. Ancak Başkan Haluk İnce’nin itirafından anlıyoruz ki Kurum rapor hazırlarken bilimsel gerçekleri zaman zaman bir yana bırakabiliyor, toplumun bazı kesimlerinin düşüncelerini de düşünerek kararını ona göre veriyormuş. Acaba diyorum, bu kurumun geçenlerde ‘ıslak imza’nın Albay Dursun Çiçek’e ait olduğu yönündeki raporu bilimsel gerçeklere göre mi verildi? Yoksa toplumun bazı kesimlerinin... Daha açıkçası iktidarın beklentileri düşünülerek ve dikkate alınarak mı verildi?”
* * *
Adli Tıp geçmişte de sorunları olan bir kurumdu. Ancak hiçbir zaman bu denli çürümemişti. Adli Tıp kadroları, AKP iktidara geldikten sonra Adalet Bakanı Cemil Çiçek zamanından başlayarak değiştirildi. Sonunda siyaset kurbanı bir bilim kurulu
İhbarcı subayın ikinci mektubunu baş sayfalarda manşete çıkaran ve tam metin veren yandaş basın, Savcı Turan Çolakkadı’nın “Bu mektup bize gelmedi” açıklaması üzerine haber foslayınca ne mi yaptı?
Kimileri, mesela Bugün ve Yeni Şafak dürüst davranarak Çolakkadı’nın açıklamasını baş sayfadan verdi...
Kimileri ise, mesela Star ve Taraf, haberi birinci sayfadan görmek ne kelime, iç safyaların bile diplerine sakladı.
Oysa bir gün önceki manşetin devamı olan bir haberin yine birinci sayfaya girmesi gerekirdi... En azından “Biri bizi işletiyor” gibi bir başlık altında okura duyurulması beklenirdi!
Bir kez daha anlaşıldı ki, bu tür vurkaç gazeteciliğinde TSK’ya ve cumhuriyeti savunanlara vuran haber manşete layık görülüyor, vurmayan ise haber bile sayılmıyor...
Bu arada birinci mektubu gönderen kimdi? İki mektubu da gönderen aynı şahıs mı? Eğer aynı şahıssa birinci mektup ve ıslak imza da kuşkulu hale gelmez mi? O yüzden iki mektubun daha dikkatli karşılaştırılması gerekmez mi? Birinci mektubu yazan tanıklık edeceğini bildirdiği halde neden hâlâ ortada yok. Adli Tıp Başkanı kuşkuları giderici bir açıklamayı hâlâ neden yapmadı? Meraklar sürüyor.
Güler Zere...
Genellikle mektubun üzerine sazan çevikliğiyle atlanmış, çoğu gazeteler mektubu tam metin vererek manşetlere taşımıştı... Islak imzalı belgeyi gönderen meçhul subayın ikinci mektubuydu bu... Bunu bir önceki gibi adi postayla değil “e-mail” yoluyla göndermişti. İlk düşünülmesi gereken böyle bir mektubun e - mail yoluyla gönderilemeyeceğiydi. Hadi gönderildi diyelim... Önce gönderenin araşt›r›lmas› gerekmez miydi? Emniyet bu kaynağı birkaç gün içinde bulabilir, mektubun sahici olup olmadığı ortaya çıkard›. Bu vesileyle ihbarcı subaya ulaşmak da mümkün olurdu...
Ne var ki,kimsenin özellikle yandaşlar›n beklemeye hiç sabr› yoktu..
Hem ne diyordu ikinci mektubunda ihbarcı subay:
“Karargâh içindeki cunta yapılanması, kendileri adına gelişen olumsuz süreci tersine çevirmek için dikkati mektubun içeriğinden uzaklaştırıyor.”
Bu durumda “Yahu şu e - mail nereden gönderilmiş, kim göndermiş” gibi soruları sormak da cuntaya hizmet sayılabilirdi. İyisi mi mektubun üzerine sazan gibi atlamalı, TSK’ya birkaç tokat daha vurmalıydı... Nitekim öyle yapıldı.. Manşetten vuruldu...
Derken Cumhuriyet Başsavcı Vekili Turan Çolakkadı dün öğleden sonra “İkinci ihbar mektubu bize ulaşmadı”
Yoğun gündem içinde YÖK’ün marifetleri gözden kaçıyor... Kimi tehlikeli girişimler üzerinde yeterince durulmuyor. Profesör Ülkü Azrak, Roma Hukuku’nun Anabilim Dalı olmaktan çıkarılması teşebbüslerinin üzerinde durulması gerektiğini bildiriyor... Diyor ki:
“Cumhuriyet dönemindeki hukuk reformunun bir eseri olan bugünkü medeni hukukumuzun temelinde Roma hukuku vardır.
Roma hukuku, Osmanlı’daki Şeriat hukukunun yerini almıştır.
İlginç olan da şu ki, Almanya’da Hitler’in başkanlığındaki Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi’nin programının 19. maddesinde aynen şu hüküm vardı :
‘Materyalist dünyaya hizmet eden Roma hukukunun yerini Almanların ortak hukuku alacaktır.’
Nitekim öyle oldu ve Almanya’nın Roma hukuku alanındaki en esaslı üç bilim adamı R. Honig, P. Koschaker ve A. Schwarz (benim de hocam olmuştu) üniversitelerden kovuldu. Üçü de Atatürk’ün 1933 üniversite reformu sürecinde Türkiye’ye davet edilerek Ankara ve İstanbul üniversitelerinde görev aldı. Roma hukukunu önemsizleştirmek basit bir olay değildir. Atatürk’ün üniversite reformunu ortadan kaldırma teşebbüsüdür. 1933 öncesi Darülfünun’a dönüşün hazırlığıdır.”
Soru: “Kürt açılımı” süreci iktidardan sonra en çok kime
Dersimiz yine “İrticayla Mücadele Planı”.. Plan Genelkurmay’dan mı çıktı, dışarda imal mi edildi?
Avukat Turgut Kazan, deneyimlerine dayanarak, yargıya yol gösteriyor... Diyor ki:
“Her lazer yazıcı çıkardığı evrakta bipmap denilen bir kod bırakır...
Türkiye’de bu kodu çözen bir makine Merkez Bankası’nda mevcut...
Kod çözülünce yazıların hangi yazıcıdan çıktığı anlaşılıyor.
İrticayla Mücadele Planı ve ekindeki 5 sayfal›k mektup lazer yazıcıdan çıkmışsa...
Merkez Bankası’ndaki cihaz, yazan yazıcının marka, model ve seri numarasını tespit eder...
Yazarın sorumluluğu nerededir? Aziz Nesin der ki:
- Aydının sorumluluğu neyse onun bir basamak daha önünde gider. Nedeni ise sanatın en belirgin olanı yazındır, edebiyattır.
- Peki görevi nedir yazarın?
- Birincisi, kendisini ve çevresini değiştirme isteği taşıyarak okurda toplumsal yapıyı değiştirme istemi yaratmaktır. İkincisi ise halkına karşı kendini borçlu hissetmeli ve yaşamının son anına dek bu borcu ödemeye çalışmalıdır...
Aziz Nesin’in bu görüşleri Abdullah Gürgün’ün “Aziz Nesin ve İsveç Serüveni” adlı kitapta yer alıyor...
Hükümetlerle yazarların arası iyi değildir, neden?
Aziz Nesin yanıtlıyor: