Fenerbahçe son 1 aydır imza meselesiyle meşgul... Muhalifler, olağanüstü seçimin bir an evvel yapılması için uğraşırken yönetim, eylül ayını gösteriyor.
Bu hafta içinde atılan imzaların kulübe teslim edileceği söyleniyor. Baştan beri toplanan imza sayısı, bir şehir efsanesine dönüştü. Artı, kaç imza toplanması gerektiği konusunda iki tarafın hukukçuları bile anlaşamıyor. Ama iki tarafın da ikna olacağı bir sayıya ulaşılsa bile hayal edilen tarihte seçimi yapmak imkansız.
Muhalif tarafı sıkıntıya sokmakta olan en önemli konu, Ali Koç karşıtı oyları konsolide edebilecekleri bir şemsiye adayın yokluğu... Bu konuda en kapsayıcı isim olan Aziz Yıldırım’ın mesajları, bu grubu mutlu edecek türden değil. Kaldı ki Yıldırım aday olsa bile ona oy vermek istemeyecek imzacılar var. Mahmut Uslu ve Hakan Bilal Kutlualp, tavşan aday olarak ilk tepkileri üzerine çekiyor. Sadettin Saran özellikle genç nesil üyeleri kendisine çekiyor. Ama ona da 3 Temmuz sonrası yaşananlardan ötürü kızgın imzacılar var.
Burada asıl nokta,
Dünyanın her yerinde devşirme dediğimiz türden sporcular vardır. Bunların transfer edilme şekilleri değişim gösterir. Kiminde insani nedenler vardır, kiminde sportif. Ancak kimi de vardır ki, sadece “duygusal” nedenlerle gelir.
Bu girizgahı neden yaptım? Bir süredir Türk spor teşkilatının birçok spor dalında belirli başarılar elde etmiş sporcuları transfer ettiği veya etmek üzere olduğu haberleri geliyor. Özellikle atletizmde Olimpiyat Şampiyonu Jamaikalı diskçi Roje Stona ve yine aynı ülkeden Olimpiyat üçüncüsü gülleci isimleri net olarak telaffuz ediliyor. Bu devşirme politikasının atletizmle sınırlı kalmayacağı da söyleniyor.
Kendinizin yetiştirmediği sporcuyu almanın mantıklı yanları olabilir. Özellikle bazı acil durumlarda. 2012-2013 döneminde neredeyse elit atletlerimizin tamamına yakını doping cezası almıştı. O zamanki alımları anlamak mümkündü. Zaten o zaman gelen Yasmani Copello, Ramil Guliyev ve Yasemin Can gibi sporcular, iyi etkiler yaptılar. Biz de o arada Eda Tuğsuz, Ersu Şaşma, Necati Er, Berke Akçam, İsmail Nezir, Tuğba Danışmaz gibi
Bilgisayarda futbol menajerlik oyunu meraklılarının en sevdiği bölümdür transfer. Birçok kişi oluşturdukları takımın maç yapmasından değil transfer dönemindeki heyecandan beslenir. Kısacası oyunun zevki orada çıkar.
Gerçek futbolda da taraftar için yeni sezona umutlu girmek adına transfer dönemi hareketli geçer. Medyada ve sosyal medyada takımları için adı geçen oyuncuları birer futbol uzmanı edasıyla yorumlarlar. Bu işi iyi bildiklerini düşündükleri kişilerin yorumlarını kutsal birer fikirmiş gibi savunurlar. “X mutlaka alınmalı”, “Ne işi var Y’nin bu takımda” en çok kullanılan klişelerdir.
İşin daha ilginç tarafı, yine aynı “uzmanlardan” etkilenerek sezonun belli bir bölümünde, “X yerine bizim genç takımdan Z’yi niye oynatmıyoruz?” diye hesap sorarlar. Taraftarlığın aslında en güzel yanıdır bu. Akla yakın olma gibi bir derdin olmaması. Ne var ki taraftarı yönlendiren yorumcu olarak adlandırdığımız kişilerin rasyonel olması gerekir. Bizde ise taraftarın önemli bir kısmının
Gelecek yıl ABD, Meksika ve Kanada’da Dünya Kupası düzenlenecek. Tarihte iki kez gidebildiğimiz bu turnuvaya katılabilmek için zor bir yolumuz var. Çeke çeke dünyanın en formda iki takımından biri İspanya’yı (diğeri Arjantin) çektik. Neyse bizim çocuklara güveniyoruz.
ABD’de yoğun yağmur altında daha atmosfere alışmaya çalışırken golü yedik. En ideal kadromuzla çıkmadığımız maça alışmamız 15 dakika sürdü. O 15 dakikada Pochettino usulü seri çıkışlarla korkuttular bizi. Sonrasında yavaş yavaş öndeki presimizle rakibi şaşırtmaya başladık. Art arda gelen iki gol, bu presin ürünüydü.
Açıkçası Eren, Orkun, Kerem, Merih, Oğuz ve Kenan, sezonu aynı hızla devam ettiriyor gibiydi. Gözbebeğimiz Arda zaman zaman Xabi Alonso’ya mesaj gönderdi adeta.
Rakibin atletik özelliklerinin yüksekliği ikinci yarının başında bozdu bizi. Tabii bunu söylerken birçoğu göçmen ailelerden gelen bu futbolcular hakkında Trump’ın ne düşündüğünü merak etmiyor değilim.
Bu
Luis Enrique, 2015 yılında Barcelona ile Şampiyonlar Ligi’ni kazandığında, çokbilmişler, “Messi, Neymar, Suarez ile babam da kazanır” demişlerdi. Luis Enrique’nin intikamı 10 yıl sonra Paris Saint Germain’in süper yıldızı Mbappe’nin gidişinin ardından geldi.
Art arda 3 Premier Lig takımını eleyen PSG’nin karşısında son 3 yılda ikinci finalini oynayan Inter vardı. Ancak Simone Inzaghi’nin öğrencileri, maç boyunca rakibi tehdit edebilecek herhangi bir organizasyona imza atamadılar.
PSG’nin rakibe aman vermeyen presi, Inter hücumlarının daha son noktaya gelmeden erimesini sağladı. İlk yarıda Inter sol kanadı çöktü. Di Marco, Doue, Hakimi ve Dembele’nin vızır vızır geçtiği bir otoban haline geldi. Arka arkaya gelen iki gol, PSG için zaferin habercisiydi.
Devre arasından çıkıldığında değişen tek şey, PSG ataklarının yönüydü. Vitinha, Fabian Ruiz ve Joao Neves’ten oluşan orta saha, Xavi-Iniesta-Busquets üçlüsünün yeniden sahalara dönüşü gibiydi. Dakikalar ilerledikçe PSG
İngiliz takımının UEFA Avrupa Ligi finalindeki performansı açıkçası Manchester United ve Tottenham’ın sezon özeti gibiydi. Ne yazık ki iki takım da final uğruna bir gelişim sağlayamadı.
Tottenham’ın mazereti daha geçerli sanki. Sezon boyu teknik direktör Ange Postecoglou’yu zor durumda bırakan sakatlıklar, final öncesinde de Spurs’ün peşini bırakmamıştı. Yaratıcı özellikleri yüksek Maddison ve Kulusevski, maçı tribünden izliyordu. Sakatlıktan yeni çıkan Son ise ikinci yarıda girebildi oyuna.
Zaten bu durumdan dolayı birkaç aydır ultra hücum oyunundan “Çanakkale geçilmez”e dönmüştü hoca. Bissouma önderliğindeki orta saha daha çok fiziksel mücadele yanını ortaya çıkardı. Savunmada Romero gibi zeki bir liderin varlığı da galibiyete götürdü. En kritik anlarda Romero’nun Maguire ile kavga çıkarması boşa değildi.
United ise dağınık bir takım. Ruben Amorim ne yaparsa yapsın hepsi ayrı telden çalan bu grupla gelebileceği yer sınırlı. Eldeki önemli oyuncuların bile değeri
Galatasaray 25 yıl önce UEFA Kupası’nı kazandı. Aynı yılın devamında da Süper Kupa’yı... Ve ardından geçen 25 yılda bırakın kupayı, final bile yok Türk futbolu adına... Bir başarıyı kutlarken, onun tek kalmasından rahatsızlık duymak da gerekir.
Sarı-kırmızılıların o başarısının ardından birkaç yıllık süre içinde Gençlerbirliği, Denizlispor ve Gaziantepspor gibi (birinin tamamen yok olduğunu, bir diğerinin de amatör yolunda olduğunu unutmayın) Anadolu kulüpleri de Avrupa’da ses getiren sonuçlar aldılar. 2010’lardan itibaren gelen birkaç çeyrek final ve 2013’te Fenerbahçe’nin UEFA’da oynadığı yarı final var. Şampiyonlar Ligi’nde 2001 ve 2013'te Galatasaray'ın ve 2008'de Fenerbahçe'nin çeyrek finalleri var. Beşiktaş’ın Şampiyonlar Ligi grubundan namağlup çıkışı var.
Ancak harcanan büyük paraların karşılığı bu mudur? Konferans Ligi’nde, UEFA Avrupa Ligi’nde yarı finallere çıkan takımlara baktınız mı? Djurgardens’e ya da Bodo Glimt’e? Kendi ligimizde şampiyonluk olmak tabii ki çok
Geçtiğimiz iki haftada Avrupa kupalarındaki yarı final maçlarını izlemişsinizdir. Özellikle Avrupa Ligi ve Konferans Ligi maçlarını izlerken hayıflanmadınız mı? Djurgarden’i, Bodo Glimt’i izlerken, Premier Lig’de küme düşme hattına yakınlaşan Tottenham ve Manchester United’ı izlerken, liseli çocuklarla oynayan Chelsea’yi izlerken hayıflanmadınız mı? “Lig daha önemli” deyip Avrupa’dan elenince alkış mı tuttunuz yoksa?
Yukarıdaki takımları küçümsemek değil amacım... Belirli bir kulüp ve oyun disiplini olmadan o seviyeye gelinemez. Ancak kulüplerimizin harcadıkları paralar ile Avrupa’da geldikleri yerler doğru orantılı değil. Galatasaray ve Fenerbahçe tatmin oldular kolayca. Trabzonspor’un bu kötü sezonunda bile Konferans Ligi’nin ön elemesini geçememesi kimsenin canını acıtmıyor mu?
Bir galibiyet alınca, “Kupayı alabiliriz” diyenlerle, elenince mutlu bir şekilde, “Lige dönüyoruz” diyenler aynı kişiler. Yahu 2000’lerin başında herkesin kafasında Galatasaray’ın yaptığını