Ortadoğu’yu anlamak için Lübnan’ı görmek ve tanımak gerekir. Pek çok kişinin yaptığı en büyük hata Lübnan’ı Beyrut’tan ibaret sanmak. Oysa ki Lübnan sanıldığından çok daha fazlası... Yılın dört mevsimi gidilebilecek ülkelerden biri. Kuzey, Güney, Bekaa, Beyrut ve Lübnan Dağları diye adlandırılan beş bölgeye ayrılan bu ülkede attığınız her adımda fark edersiniz ki hiçbir yer bir diğerine benzemez ve her yer kendine has özellikleriyle ortaya çıkıp farklılığı ve renkleriyle şaşırtır.
Bereketli topraklarda şarap ve arak üretimi
Bu farklılıklar her bölgenin tarihi, eskiden kalanlar, günümüzdeki hali, mimarisi, ev sahipliği yaptığı insan toplulukları ve mutfağında görülür. Aldıkları eğitim sebebiyle Arapça dışında en az Fransızca ve İngilizce gibi iki dil daha bilen, son derece sıcakkanlı ve misafirperver Lübnan halkı, haklı olarak Ortadoğu’nun en iyi mutfağına sahip olmakla övünür. Her gittiğiniz yerde daha siz sormadan masanıza servis edilen muhteşem mezeler, salatalar bir görsel şölendir.
Başkent Beyrut ülkedeki tüm mezheplerin ve yabancıların yaşadığı; lüks yaşamla yoksulluğun, farklı yaşam tarzlarının ve doğuyla batının karışımı bir şehir. Bu durum mutfağa da yansır. Şehirde
Her yerde en güzel mevsimdir sonbahar kuşkusuz. Ama Anadolu’da bir şölendir... Ressamları bile kıskandıracak tablolara dönüşen doğaya çıkmanın tam zamanıdır bu mevsim. Şehrin keşmekeşinden sıkılan, kendine dönmek, arınmak isteyen herkes için doğa yürüyüşleri tavsiye edeceğim bu hafta. Türkiye bu konuda çok sayıda ve eşsiz güzellikte rota sunuyor.
Doğa ve kültür
Kültür de olsun, doğa da diyenlere çok seçenek var. Ben ilk sırada Kapadokya’yı öneririm. Doğanın elinde bir sanat eserine dönen vadilerin nasıl oluştuğuna şahitlik edersiniz bu yürüyüşlerde. Kaya kiliselerinin, peri bacalarının, üzüm bağlarının arasında vadiden vadiye yürüyün, gelmişken bir de balona binip bu muhteşem güzelliğe kuş bakışı şahit olun.
Arkeolojik bir rota
Doğa ve arkeolojinin içiçe geçtiği Likya Yolu’nu duymayan kalmamıştır elbette. Türkiye’nin belki de bu en güzel yürüyüş rotasının değişik etapları var.
İzmir bence turizm açısından hiçbir zaman hak ettiği yerde olmadı. Yıllarca yabancı turist grupları eğer programlarında şehirdeki herhangi bir nokta yoksa uğramadılar bile ya da yalnızca konaklama amaçlı kullandılar. Türkler için de İzmir güzel ve yaşanası bir şehir olarak bilinir ama genelde tatillerde yol üzerindeki uğramadan geçip gittikleri bir yerdir.
Oysa İzmir tarih açısından inanılmaz zengin bir altyapıya sahip ve belki de dünyanın hiçbir yerinde göremeyeceğiniz güzellikte ve ilginçlikte detaylarla çıkar karşınıza vaktinizi ayırırsanız.
Ben çocukluğumdan beri türlü sebeplerle İzmir’de bulunmuşumdur ve İzmir’e vakit ayırmayı çok severim. Size de tavsiye ederim.
Yunan müziğinin efsane ismi Dalaras konseri için İzmir’e bu gidişimde şehrin kalbinde kalmak amacıyla Kemeraltı’nda Havra Sokağı’ndaki L’Agora Old Town Hotel & Bazaar’ı tercih ettim. Burada 17. yüzyılda Küçük Karaosmanoğlu Han adında ahşap bir yapı varmış ve yangın nedeniyle yok olup, sonraları derme çatma bir han haline getirilmiş. Kısa süre öncesine kadar deri ve ayakkabı imalathanelerinin bulunduğu bu han geçtiğimiz yıllarda eski taş bir han görünümünde restore edilip, tarihi eser olarak tescillenmiş ve bugün butik
İnsanoğlunun kadim çağlardan günümüze kesintisiz yaşadığı, Anadolu ile Mezopotamya’nın kesiştiği “Bereketli Hilal” diye adlandırılan bölgede, dünyanın kaderini belirleyen hemen tüm uygarlıklara ev sahipliği yapan, Fırat’ın içinden ve çevresinden akarken ovaları berekete boğduğu, kadim uygarlıkların hepsinden günümüze bir şeyler taşımış gizemli ve güzel şehir Urfa’da attığınız her adımda kendinizi bir açık hava müzesindeymiş gibi hisseder ve heyecanlanırsınız.
İnanışa göre Urfa kalesi Hazreti İbrahim’in ateşe atıldığı; kalenin eteklerindeki Balıklıgöl, ateşin yandığı; Hazreti İbrahim Makamı olarak adlandırılan ve Halil-ül Rahman Camii’nin batısına bitişik, tek kubbeyle örtülü mekân da tam ateşe düştüğü yer olarak kabul edilir. Kaynaklar burada çan kulesi hâlâ bariz bir şekilde görülen ve Bizans döneminde yapılmış bir kilise olduğundan bahseder. Balıklıgöl’de bulunan ve kutsal sayılan aynalı sazanların da ateşi yakmak için toplanan ve yığılan odunlar olduğuna inanılır.
Mağaralarla dolu
Yine inanışa göre Kral Nemrut’un kızı Zeliha, Hazreti İbrahim’in inancını kabul edince o da ateşe atlar ya da atılır ve onun düştüğü yerde de Ayn Zeliha denen bir göl oluşur. Hazreti İbrahim’i kalenin
Budapeşte’de dünya çapında üne sahip bahar ve yaz festivalleri şehrin tüm kapalı ve açık mekanlarına yayılır. Zaten yoğun bir turizm potansiyeli olan şehir bu zamanlarda dünyanın her yerinden gelen misafirlerini ağırlar.
Zengin ve köklü tarihi boyunca yaşadığı zor koşullar nedeniyle ağır hasar gören Macaristan’ın başkenti Budapeşte müthiş bir çabayla ayağa kaldırılmış ve Orta Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biri haline gelmiştir. En eski çağlardan beri gelenektir nehir kenarına şehir kurmak. Budapeşte de 19. yüzyılın son çeyreğinde Tuna Nehri kıyısında Buda, Pest ve Eski Buda’nın birleşmesiyle kurulmuştur. Şehrin tarihi merkezi Buda, Barok ve Gotik mimarinin hakim olduğu bir bölge. Kale denilen bu tarihi bölgede Müzik Müzesi benim en çok ilgimi çeken müze olmuştu. Askeri Müze de büyük koleksiyonuyla çok ilginç.
Şehrin incisi Zincir Köprüsü
Bir şehrin içinden bir nehir geçiyorsa o şehirde mutlaka iki yakayı birleştirmek amaçlı yapılmış çok güzel köprüler vardır. Budapeşte’de de bolca köprü var ama özellikle Zincir Köprüsü şehrin incisi ve sembollerinden biri. Özgürlük Köprüsü, Elisabeth Köprüsü de şehrin güzel ve yeni köprülerinden.
UNESCO korumasında olan Andrassy Caddesi
Yıllar önce ailemizin foto arşivinde bulduğum, 1950’li yılların başında Mardin’de çekilen fotoğraflarda babamın yanında gördüğüm hoş çifti araştırırken, fotoğraflardaki adamın dünyanın en önemli Süryanice uzmanlarından Estonyalı Prof. Võõbus olduğunu öğrenince, bu ülke her geçen gün daha da ilgimi çekmeye başlamıştı.
Araştırdıkça hayran kaldım Baltık Denizi kıyısındaki bu küçük Kuzey Avrupa ülkesine.
Avrupa’nın en küçük evi
Sürekli duyacağınız “masallar ülkesi” tabiri, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan ülkenin başkenti Tallinn’in eski şehir diye adlandırılan bölümünün dokusunu çok iyi korumuş ve tipik Ortaçağ kenti görünümünde olmasından kaynaklı. Çok sayıda gölü ve irili ufaklı adası olan, yarısı ormanlarla kaplı güzel bir ülke. Çevre ülkelere göre çok daha uygun fiyatlara sunduğu kaliteli hizmet nedeniyle hafta sonları başkent Tallinn genelde tıklım tıklım dolu.
Toompea Kalesi şehri tepeden izleyip harika fotoğraflar çekebileceğiniz bir yer. Çok fazla bir yükseklik hayal etmeyin. Şehir zaten düz ayak bir yerde kurulu ve kale de şehirden çok az yüksekte. 19. yüzyıla tarihlenen Aleksander Nevski Katedrali ve parlamento binası da kalenin içinde. Şehrin eski kısmında bulunan
Akdeniz’in en batısında Atlas Okyanusu’na ve Afrika kıtasına açılan kapı Endülüs, birbiriyle hiç ilgisi olmayan kültürlerin bir potada eridiği inanılmaz bir tarih zenginliğine sahiptir.
Aynı anda hem Avrupa’da, hem Ortadoğu’da hem de Kuzey Afrika’da olduğunuzu hissedeceksiniz bu renkli ve ilginç coğrafyada. Eğer Madrid veya Barcelona’yla birleştirmeyeceğiniz bir gezi planlıyorsanız Malaga’ya direkt uçuşlar var. Endülüs deyince genelde Granada, Sevilla ve Cordoba gelir belki akla ama Endülüs bunun biraz daha fazlası aslında.
Favorim Picasso Müzesi
Malaga havalimanından hemen bu şehirlere geçmeyin, önce Malaga’da biraz zaman geçirin. Benim gibi Picasso hayranıysanız zaten onun doğup büyüdüğü bu şehirde zaman geçirmek isteyeceksiniz. Malaga ve civarında denize de girebilirsiniz. Yabancı öğrencilerin ve tatilcilerin çokluğu rahatsız etmesin sizi. Şehri gezmek kolay, büyük bir şehir olmasına rağmen her yer birbirine yakın. Benim favorim Picasso Müzesi. Malaga Katedrali, şehir surları, Roma kalıntıları, Alcazaba ve Gibralfaro kaleleri, Santa Maria della Vittoria Bazilikası ve daha pek çok yer var bu şehirde görülecek.
Şehrin sembolü
Endülüs’ün merkezi ve en büyük şehri Sevilla, dansın,
Akdeniz’in en batısında bulunan ama Akdeniz’e kıyısı olmayan ve Atlantik Okyanusu’na bakan Portekiz zengin ve ilginç tarihiyle belki de Avrupa’nın en sıra dışı ülkelerinden biri.
Bunu ülkenin başkenti Lizbon’da, 15. yüzyılda başlayan keşiflerin anısına 20. yüzyılda yapılmış olan Padrao de Descobrimientos yani Kâşifler Anıtı önünde durup Vasco de Gama’nın baktığı yöne doğru bakarken hissedecek ve belki de onunla aynı heyecanı duyacaksınız.
Asma köprüsü, yokuşlu sokakları ve tepeleri nedeniyle İstanbul’a, köprünün yakınlarındaki İsa heykeli nedeniyle de Rio’ya benzetebilirsiniz Lizbon’u ama bu asma köprü Avrupa’nın en uzunu ve üzerinde bulunduğu Tago (Tejo) nehri İstanbul Boğazı’ndan çok daha geniştir, İsa heykeli de Rio’dakinin küçük bir kopyası.
Yeni planlama örneği
Kelt, Fenike, Yunan, Roma, Vizigot, Arap ve daha sonraki yüzyıllarda gerçekleşen tüm istilaların ve çok kısa süre öncesine kadar tarihin büyük sömürgeci imparatorluklarından biri olmasının etkileri gerek şehrin gerek tüm ülkenin hemen her köşesinde hissedilir vaziyette. Bir tarih müzesi gibi Avrupa kıtasının asi çocuğu Portekiz. O asi ruhundan fışkıran duyguları, hüznü, feryatları fado adı verilen müziğine yansıtır.