"Türkiye'yi bekleyen en büyük tehlike, AB'nin olumsuz tavrı nedeniyle uğranacak bir düş kırıklığının Türkiye'yi dış dünyaya kapanan, demokratik açılımını durduran, iç ve dış sorunlarını silah zoruyla çözmeye kalkışan bir ülke haline getirmesi. AB ile tam üyelik sürecinin başladığı bir ortamda bu ürkütücü senaryoyu düşünmek bile istemiyorum." Şimdi tam bir yıl sonra bu yazıyı yazarken, bu ürkütücü senaryoyu düşünmeye devam etmek zorunda kaldığım için üzgünüm ama son bir yıl içinde ve hele son aylarda yaşanan gelişmeler karşısında farklı düşünmek kolay değil. Gerek Türkiye'yi dışlamak için bahane arayan AB'nin tavrı, gerekse Türkiye'deki gelişmeler beni böyle düşünmeye zorluyor. Avrupa Birliği'nin (AB) Türkiye ile tam üyelik müzakerelerine başlama kararını verdiği 3 Ekim'in hemen sonrasında, 2005'in Kasım ayında yayınlanan Tepki Cephesi: AB Türkiye Yol Ayrımı adlı kitabımın son paragrafında, şu olumsuz senaryoya değinmeden edememiştim: Türkiye'deki olası gelişmelere ilişkin olarak epeydir taşımakta olduğum kaygıyı da, 4 Eylül günü bu köşede şöyle ifade etmiştim:"AKP, Türkiye'de iktidarı tam anlamıyla ele geçirme noktasına çok
"Yükselen pazarlardaki potansiyel sorunları aylardan beri görmezden gelen yatırımcılar dün tavır değiştirdi. Türkiye ve Güney Afrika'nın büyüyen cari açıkları, Brezilya'da seçime giden Başkan Lula'ya ilişkin karalama iddiaları, Ekvator'un borcunu ödeyemez duruma düşmesi olasılığı, Tayland'da başbakanın askeri darbeyle devrilmesi ve Macaristan'daki siyasal çalkantılar birden göze batmaya başladı, yükselen pazarlara ilişkin belirsizlik beklentisi öne çıktı."Dünkü yazımda da belirttiğim gibi, 2002'den bu yana dünya ekonomisinde 40 yıldır görülmeyen bir hızlı büyüme süreci yaşanırken 'Yükselen Pazar' diye nitelenen ülkelerin çoğu, artan dış kaynak girişi, canlı dış talep ve yükselen temel madde fiyatları sayesinde bu süreçten yararlanmıştı. The Guardian gazetesinin ekonomi editörü Larry Elliott, finansal piyasalarda geçen cuma yaşanan dalgalanmayı şöyle değerlendirdi: Türkiye bu süreçten en fazla yararlanan ülkelerden biriydi. Petrol ve enerji fiyatlarındaki artışlar dış açığımızın büyümesine yol açmıştı ama hatırı sayılır miktarda dış kaynak girişi bunu telafi etmiş ve Türkiye'nin hızlı büyümesine katkıda bulunmuştu. Avrupa Birliği (AB) ile bütünleşmenin bir çıkış yolu olarak
"Benim kaygım, uluslararası sermaye hareketlerindeki bir yön değişikliğinin Türkiye'nin kendine özgü riskleriyle bütünleşerek Türkiye'ye dış kaynak girişini ani olarak azaltması. Mayıs - haziran aylarında bunun bir provası yaşandı ve nelere yol açabileceği konusunda iyi bir fikir edinildi. IMF'nin de uyardığı gibi, ikinci bir dalganın gelmesi halinde bunun ülkeyi ve büyük ölçüde dış kaynak kullanan sanayiciyi yaralaması gözardı edilemeyecek bir olasılık." Çarşamba günü yayımlanan yazımda, büyük ölçüde dış kaynağa bağımlı hale gelen ekonomimizdeki büyümenin sürdürülebilirliği konusunda neden kaygılı olduğumu şöyle ifade etmiştim: Cuma günü piyasalarda yaşananlar benim kaygılarımın çok da yersiz olmadığını gösterdi. Şimdi bu son dalganın günlük bir olay olup olmadığı ve ekonomimize yapacağı etkinin boyutları tartışılıyor ama bu son olayın çarpıcı biçimde gösterdiği bir gerçek var: Çok tehlikeli bir denizde ilerliyoruz ve gemimiz de çok sağlam değil.Cuma günü dünyada ve ülkemizde mali piyasaları sallayan dalganın nedeni olarak gösterilen gelişmeler arasında ne isterseniz var: ABD ekonomisindeki yavaşlamanın derinliği, düşen petrol fiyatlarının Rusya'yı olumsuz etkilemesi,
Türk sanayinin dönüşümünü en yakından izleyenlerden biri olan, TEPAV (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı) Yönetici Direktörü Güven Sak arayarak sanayimizin geleceğiyle ilgili değerlendirmeme katıldığını, ancak ekonomik büyümenin sürdürülebilirliği konusunda benim kadar kaygılı olmadığını söyledi.Güven Sak'ın yaptığı ayrım gerçekten önemli. Güven Sak'ın çalışmalarından da yararlanarak ele alacağım sanayimizin yapısıyla ilgili sorunlarla, Türkiye ekonomisinde halen yaşanmakta olan büyümeyi ansızın kesintiye uğratacak sorunlar arasında bir ayrım yapmak gerekiyor. Pazartesi günkü yazımın sonunda (1) Türkiye'de imalat sanayinin, son yıllarda geçirmekte olduğu dönüşümün, sanayimizin küresel rekabet ortamında ayakta kalmasına ve sıçrama yapmasına yetmeyeceğini ileri sürmüş ve (2) Büyük ölçüde dış kaynağa dayalı olan ekonomik büyümenin sürdürülebilirliği konusunda da kaygılarım olduğunu belirtmiştim. Türkiye ekonomisinde 18 çeyrektir yaşanmakta olan hızlı büyümenin kesintiye uğraması, öncelikle dış kaynak akışıyla ilgili bir olasılık. Türkiye'de özel sektör giderek büyüyen bir tasarruf açığı veriyor ve bunu üretimini, yatırımını büyük ölçüde dış kaynak kullanarak finanse ediyor.
Türkiye ekonomisi de, dünya ekonomisindeki gelişmeye paralel olarak, 2002'den bu yana hızlı büyüme sürecine girmiş bulunuyor. Ancak Türkiye'nin büyümesini kaygıyla izleyen ve olası riskleri öne çıkaranlar da var. IMF yetkililerinin son dönemde yaptığı kimi açıklamalarda da, Türkiye'nin bundan sonra yaşanabilecek bir dalgalanmadan en olumsuz etkilenebilecek ülkelerden biri olduğu belirtildi. Dünya ekonomisinde son 40 yılın en başarılı büyüme performansı sergilenmekte. Dört yıldır sürmekte olan yüksek büyümenin gelecek yıl da sürmesi bekleniyor. Buna karşılık, halen yıllık toplantılarını yapmakta olan IMF'nin de aralarında bulunduğu ciddi değerlendirme odaklarının olası riskleri vurgulayan değerlendirmeler yaptığını ve bazı kaygıları öne çıkardığını dünkü yazımda belirtmiştim. Hükümet cephesinden gelen açıklamalarda ise olası risklerin dikkate değer olmadığı, her şeyin yolunda gittiği, büyüme performansının aksamadan süreceği vurgulanıyor.Hükümetin savunduğu çizgiyi genel olarak destekleyen ekonomistler de var. Onlara göre, Türkiye ekonomisinin hızlı büyüme sürecine girmiş olmasının başlıca nedeni, Türk sanayinin ve genel olarak ekonominin bir dönüşüm yaşamakta olması. Bu dönüşüm,
Soğuk Savaş sona ereli yıllar oldu. Soğuk Savaş'ın Sovyetler Birliği'nin havlu atmasıyla sonuçlanması üzerine "tarihin bittiğini" açıklayanlar, kapitalizmin ve özgürlükçü demokrasinin tarihsel zaferini ilan edenler oldu. Kapitalizmle birlikte demokrasinin de küresel boyutta yaygınlaşacağı ve çerçevesini Batı'nın belirleyeceği bir "yeni dünya düzeni"nin kurulacağı varsayıldı. Bu varsayımdan yola çıkarak küreselleşmenin, Batı'nın küresel hâkimiyetini sürdürmek için geliştirdiği yeni bir yöntem olduğu savunuldu, emperyalizmin ve "Batılılaştırma"nın yeni biçimi olduğu ileri sürüldü. Türkiye Cumhuriyeti'nin 2. Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü, tarihe mal olacak laflarından birini, 1963 yılında ABD Başkanı Johnson'un ünlü uyarı mektubunu cevaplarken etmiş, "Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de o dünyada yerini alır" demişti. O dönemde Başbakan olan İnönü, kendisine bir mektup yazarak Türkiye'nin ABD'den aldığı silahları Kıbrıs'ta kullanamayacağını bildiren ABD Başkanı'na, "Soğuk Savaş"ın kızışarak sürmekte olduğu bir dünyada Türkiye'nin seçeneksiz olmadığını hatırlatmak istemişti. Bugün, tüm bu değerlendirmelerin sorgulanabileceği bir noktadayız. Kapitalizm, teknolojideki atılımın
Evet, Davos Avrupa'nın göbeğinde, Dünya Ekonomik Forumu da Avrupalı bir kuruluş, ama Davos 2006'nın gündeminde öne çıkanlar Almanya, Fransa, İtalya gibi Avrupa ülkeleri değildi. ABD'nin de hissedilir bir varlık gösterdiği söylenemezdi. Davos 2006'nın yıldızları Batı'dan değil, Doğu'dan yükseliyordu: Çin ve Hindistan. Davos, Avrupa'nın göbeğinde, İsviçre'de bir dağ kasabası. Küresel şirketlerin tepe yöneticilerini dünyanın önde gelen devlet adamları, siyasetçileri ve seçkinleriyle buluşturan Dünya Ekonomik Forumu'nun yıllık toplantısı her yıl Davos'ta yapılıyor. Küresel gündemi belirleyen gelişmeler Davos'ta tartışılıyor. Dikkatleri en fazla üzerine çekmeyi başaran ülke ise hiç kuşkusuz Hindistan'dı."Her yerde Hindistan" ("India Everywhere") sloganıyla Davos 2006'ya imzasını atan Hindistan, Zürich Havaalanı'na ayak bastığımızda fark ettiğimiz varlığını yıllık toplantının bitimine dek her an hissettirdi. Turuncu ve yeşil renklerle bezenmiş afişleri ve logosuyla Davos 2006'nın rengini belirleyen Hindistan, toplantının son gecesi yapılan geleneksel kapanış balosuna da damgasını vurdu. Davos'taki Kongre Merkezi'nin büyük toplantı salonu, Tac Mahal'li dekoruyla Hindistan'ı çağrıştıran
Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyet İmparatorluğu'nun dağılması sonrasında Batı'nın, kapitalizmin ve demokrasinin kesin zaferi kutlanmamış mıydı?Soğuk Savaş sonrasında ABD rakipsiz süper güç olarak dünyanın tek hâkimi haline gelmeyecek miydi?"Küreselleşme" süreci Batı'nın icadı olan kapitalizmi, küresel boyutta geçerli bir ekonomik sistem haline getirecek ve bu da öncelikle ABD'ye Batı'nın zengin gelişmiş ülkelerine yarar sağlamayacak mıydı?Kapitalizmle birlikte demokrasi de küresel boyutta kabul görmeyecek miydi?Dünyanın bugünkü haline bakınca ister istemez, ben mi yanlış hatırlıyorum bütün bunları, yoksa hesapta olmayan garip şeyler mi oluyor dünyamızda diye sormak ihtiyacını duyuyorum. Belleğim mi beni yanıltıyor? Bugünün dünyasına baktığımızda ne görüyoruz? Bush yönetimi ABD'nin dünyanın tek hâkimi olduğunu kanıtlamak için atıp tutuyor, oraya buraya saldırıyor ve yeni savaşlar açmaktan söz ediyor; ama ortaya çıkan tablo en fazla Amerikalıları korkutuyor.Amerikalı, 11 Eylül dehşetinin yeniden yaşanmasından korkuyor.Irak'taki anlamsız savaşta bir yakınını kaybetmekten korkuyor. Çinlilerin ve Hintlilerin işini elinden almasından korkuyor.Benzin fiyatının daha da