Geçen sene arkadaşlar “Prag’a gidelim” dediler. Tarihi binaların dokusu çok iyi korunmuş.
Evleri bile eski yüzyıllardaki konumunda...
Hani ben 18. yüzyılda ölsem, 20. yüzyılda tekrar doğsam, ruhum hemen her köşeyi tanıyacak!
Yeni bedenimde gezdiğim her sokağı, binayı, köprüleri biliyorum diyecek.
Tıpkı Mardin, Amasya misali Avrupalı masal şehri, ‘müze şehri’ diyorlar ve bir güzel pazarlıyorlar. Turizm sektöründen aldıkları paylar oldukça yüksek ve 4 mevsim hareketli.
Adamlar ileri görüşlülermiş bence. İngiltere’nin belli semtlerindeki evlerin dış yüzeyleri de bozulmadan kalmıştır.
İçlerini de çağa uygun olarak restore ederler fakat dış yüzeylerine dokunmazlar.
İnsanı yaşatan nedir?
İnsanı hayata neler bağlar?
Yukarıdaki cümleyi söylemekle başlar her şey aslında...
“Her şey çok güzel olacak” derseniz ve sürekli olarak tekrarlarsanız, nasıl güzel olacağının farkındalığına vardığınız anda içinizi ince bir meltem esintisi ferahlatır.
Umutlarınız baş köşede ve tahtında oturmalıdır.
Hayat ve insanlar sizi ters kepçe getirse de umutlarınız vakur bir edayla tahtında istifini bozmamalıdır.
“Bu da geçer, birazdan her şey güzel olacak” der size içinizdeki o ince fısıltı...
1950’lerin Türkiye’sindeki İzmir’e göz attım.
Öyle ki, ‘Aşırı kaderci ve cahil bir toplum’ yerine okuyup araştıran, çağdaş bir sanat ve ticaret duyarlılığına sahip, modern Türkiye’nin ulaşması gereken imaja İzmir çok fazla işaret etmiş.
Sanatta Ankara daha bir ileride gözlense de, İzmir liman kenti olduğu için ticaret ve sanatsal durumlarını bir arada götürmeye çalışmış.
1960’lı yıllardan sonra rant yüzünden çarpık kentleşme, sanattan uzaklaşma durumları gözlemlenmiş. Kordon’u, Karşıyaka Yalısı dahil Çin seddi gibi çevirmişler.
Tarihi binalar korunmamış.
Bana göre İzmir, imar katliamı yüzünden sanatı geri plana itmiş.
Her şeyin bir bedeli vardır.
Hiçbir çaba göstermeden elde edilen şeyin kıymeti pek bilinmez.
İnsanlar bedel ödedikleri şeylere değer verirler.
“Herkesin bir bedeli vardır” denir ya, çok doğrudur bu deyim.
Bugün en basiti, Anadolu’da gencecik kızlar için başlık parası alınır.
Bilmem kaç bilezik, altın, kordon zincir vs. istenir.
70’lik, 80’lik adamlara 15’lik kızlar ‘evlilik’ adı altında aileleri tarafından pazarlanır.
Olgun yaşlarda bir beyefendi, sakin ve emin bir tavırla denizi
seyrediyordu.
Onun bu yüksek aurası, yüksek ışık saçan tavrı herkes gibi beni de etkiledi.
Yan masası boştu.
Ve benim de kafein krizim tutmuş durumdaydı.
Hemen oturdum.
Kimse ölüm kelimesini konuşmak istemiyor.
Sanki ölmeyecekmişiz gibi.
Örneğin doktora gittiniz. Kontrollerde kanserli hücreler olduğu tespit edildi.
Doktorunuz, “Sizde kanser var” dediğinde ve doğruyu söylediğinde, ne kadar şanslı olduğunuzu o anda tahmin bile edemezsiniz.
Vücudumuzda ne olduğunu bilmek hakkımız aslında. Gerçek acı gelir.
“Neden ben? Daha yapacaklarım vardı. Bazı şeylere doyamamıştım” dersiniz.
Öğrenince insan ölüme de hazırlık yapar aslında.
Hepimizin istediği şeydir başarılı olmak, zaferler kazanmak...
Ya da hep kazanan olmak!
Peki biz hiç kendimize doğruları söyledik mi acaba?
İnsanoğlu kendisine bile doğruyu söylemezmiş derler.
Kişi, kendini tanımazsa nasıl başarılı olur, kazanmak kolay mı?
* * *
Ben eğitimsiz olsaydım, kaybetmenin tadını hiç istemeyeyim, “Tecrübeyle tanışmam” diyeyim ve “Kazanan biri olmak istiyorum, hakkım bu” diyerek bağırayım.
1950-1960 yılları arasında doğan kuşaktan biriyim.
Hala bu kuşaktakilerin bir çoğu gibi yaşımı küçük hissediyorum.
Bazen, “Ne zaman büyüdüm ben?” diye düşünüyorum kendi kendime.
Sonra “Boşver, bizden öncekiler gibi biz de yaşı olmayan bir kuşağız” diye geçiriyorum içimden.
Geçmişe şöyle dönüp bir baktığımda, araya bir yere sıkıştırılmış, çevrenin oluşturduğu kalıpların dayatıldığı, korkunun pompalandığı ve anarşinin gençlik dünyamıza sokulduğu zamanların penceresinden bakabiliyorum o yıllara...
Garip bir şeyler olmuştu bizim kuşağa...
Birileri hayatlarımızın sıradan ve sessiz yaşanmasını istemişti.