Devletlerin kendi içlerinde bölünmeleri, çoğu zaman siyasi mücadeleler veya iç savaşlar sonucunda gerçekleşir. Aynı ülke içinde yer alan bölgelerin, merkezi yönetim ile mutabakat halinde bağımsızlıklarını ilan etmesi sık görülen bir durum değildir.
Bunun en iyi örneğini 1992’de Çekoslovakya Cumhuriyeti verdi. Çek ve Slovak liderleri, kendi rızalarıyla, kendi halklarının çoğunlukta oldukları bölgelerin ayrılmasına ve varlıklarını bağımsız olarak sürdürmelerine karar verdiler.
Bölünme ile ilgili diğer bir örnek de Kosova’dır. Eski Yugoslavya’nın içinde yer alan Kosova, Federasyonu’nun dağılmasından sonra, bağımsız olmak için mücadeleye girdi. Bu savaş 2008 Şubat’ında, Kosova yönetiminin “tek yanlı olarak” bağımsızlığını ilan etmesiyle sonuçlandı.
Geçen hafta sonu Afrika’nın göbeğinde de bir bölünme yaşandı: Güney Sudan, Sudan Cumhuriyeti’nden ayrılarak bağımsız bir devlet oldu.
Güney Sudan’ın bu noktaya gelmesi hiç de kolay olmadı. Güneyliler merkezi yönetimden ayrılmak için yarım yüzyıla yakın bir zaman mücadele ettiler, bu uğurda iki milyon insan kaybettiler.
İngiliz mirası
AB ile 2005’te başlayan üyelik müzakerelerinde tam bir yıldır yeni tek bir fasıl açılmadı. Yani bu, görüşme sürecinin kilitlenmiş olduğu ve üyelik perspektifinde hiçbir ilerleme kaydedilmediği anlamına geliyor.
Geçen gün Macaristan’ın 6 aylık AB başkanlığı görevi, aynen ondan önceki Belçika başkanlığı dönemi gibi, bu alanda tam bir başarısızlıkla sonuçlandı. Oysa Macaristan yıl başında bu koltuğa oturduğu zaman, katılım müzakerelerinde en azından gündemdeki bir faslın (“Rekabet Politikası” başlıklı dosyanın) açılabileceğini ümit edilmişti. Ne yazık ki, Macarlar da, selefleri Belçikalılar gibi bunu gerçekleştiremediler.
Bu faslın neden açılamadığı hâlâ tartışma konusu. AB yetkilileri Türkiye’nin bu zor konunun ele alınabilmesi için gereken şartları yerine getirmediğini iddia ediyorlar. Türk yetkililer ise, AB’nin bu aşamada kabul edilemeyecek bazı ikincil şartlar ortaya koyduğunu öne sürüyorlar.
Sonuçta Macaristan’ın başkanlık dönemine bağlanan umutlar da boşa çıktı. Önceki gün Macar Dışişleri Bakanı Janos Martony, görevini tamamlarken yaptığı konuşmada, “Türkiye ile yakın ilişkilerin kurulabilmesini önemli bir başarı“ olarak gösterdi. Kendisine bu temasların üyelik
Yunan Meclisi’nin çaresizlikten, “metazori” kabul ettiği “kemerleri sıkma” programı, ülkeyi iflas “trajedisi”nden kurtarabilecek mi? Yunan hükümeti ve halkı, AB, IMF ve Avrupa Merkez Bankası’ndan oluşan “troika”nın mali destek için koştuğu şartları yerine getirebilecek mi?
Evet, Yunan Parlamentosu bu “acı reçete” için yeşil ışık yaktı, ama Papandreu yönetiminin ve Yunan milletinin bunu harfiyen uygulayıp uygulayamayacağı, şüphe ile sorulan bir soru.
Kuşkusuz hükümetin yeni zamlar ve vergiler, devlet sektöründe işten çıkarmalar, büyük çapta özelleştirmeler gibi ağır koşullar içeren bu programı parlamentodan geçirebilmesi, önemli bir adım. Düşünün, eğer bu kararlılık gösterilmeseydi ve meclis de “hayır” deseydi, şu anda Yunanistan iflas bayrağını resmen çekmek zorunda kalacaktı. Bu da özellikle AB’nin Euro bölgesinde, zaten mali durumları hassas olan (İrlanda, Portekiz, İspanya gibi) ülkeler üzerinde bir “domino etkisi” yapacaktı...
Neyse ki, Papandreu’nun Sosyalist partisinin meclisteki bıçak sırtındaki çoğunluğunun “evet” demesi sayesinde Yunanistan uçurumun kenarında durabildi, AB ve bütün dünya da “şimdilik” de olsa, rahat bir nefes alabildi
Astronomik borç
Bu
Üç aydan beri rejim karşıtı gösterilerle karşılaşan Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın Şam’da muhaliflerinin bir toplantı yapmasına izin vermesi, sürpriz bir gelişme...
Aralarında daha önce görüşleri nedeniyle hapsedilmiş aydınların da bulunduğu 190 muhalifin başkentin göbeğindeki bir otelde, seslerini duyurmak için bir araya gelebilmesi, bir “ilk” sayılır.
Tabii bu kişiler Esad’a karşı sokaklara dökülen göstericilerin ve sürgünde yaşayan rejim karşıtlarının dahil olduğu “muhalefet cephesi”nin tümünü temsil etmiyor.
“Arap Baharı” ile birlikte Suriye’de de başlayan halk ayaklanması, Esad yönetimine karşı ciddi bir muhalefetin bulunduğunu ortaya koydu. Ama bu cephe oldukça karışık ve dağınıktır. İçinde dincisi de, liberali de, Alevisi de, Sünnisi de, Hıristiyanı da var. Üstelik bu insanları yönlendiren ve temsil eden bir lider veya sivrilmiş bir şahsiyet yok...
Zaten Arap dünyasındaki halk hareketlerinin 1980’lerde Doğu Avrupa’daki ayaklanmalardan bir farkı da budur.
* * *
Beşar Esad’ın şansı, muhalefet cephesinin böyle dağınık olması ve başında güçlü bir liderin bulunmamasıdır.
Gözlerin sıcak olaylara sahne olan Ortadoğu’ya ve özellikle Suriye’ye çevrili olduğu şu günlerde, Rusya’nın Kazan kentinde gerçekleşen Yukarı Karabağ ile ilgili üçlü zirve, dikkatleri pek çekmedi.
Aslında Rusya devlet başkanı Dmitri Medvedev’in başkanlığında, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ve Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’ın katılımıyla yapılan bu toplantı, Kafkasya’nın da sınır komşusu bir bölge olması açısından, Türkiye’yi de çok yakından ilgilendiriyor.
Gerçi bu bölgede (Ortadoğu’ya nazaran) nispi bir sükunet var, ama son zamanlarda Azerbaycan ile Ermenistan arasında sürtüşme ve gerginlik havası hüküm sürüyor.
Rus diplomasisini Azeri ve Ermeni liderlerini Kazan’da bir araya getirmeye sevk eden de, bu havanın yarattığı endişedir.
Rusya bu girişimi, AGİT’e bağlı Minsk grubundaki diğer iki ortağı olan ABD ve Fransa’nın aktif desteğiyle gerçekleştirdi.
Taraflar Kazan’da toplanmadan önce Başkan Obama telefonla, Cumhurbaşkanı Sarkozy de mektupla Aliyev ve Sarkisyan’a “artık anlaşın” mesajını iletti.
Gerçekten bu kez, iki liderin bir “çerçeve anlaşması”na imza atacağı ümit ediliyordu. Bu “çerçeve” son 3 yılda düzenlenen 8 toplantıda ana hatları
Türkiye ile İsrail arasında, özellikle geçen yılki “Mavi Marmara” olayından sonra ciddi şekilde bozulan ilişkilerin düzelmesi olasılığına ilişkin bazı işaretler var.
Sessiz diplomasi ile yürütülen girişimler, en azından iki ülkenin de ilişkilerini normalleştirmek arzusunu paylaştığını gösteriyor.
Bu amaçla üst düzey Türk ve İsrail yetkilileri arasında bir müzakere süreci başlamış durumda.
Bu temasları, Türkiye adına Dışişleri Bakanlığı müsteşarı Feridun Sinirlioğlu, İsrail adına da Başbakan yardımcısı Moshe Ya’alon yürütüyor.
Buna paralel olarak “Mavi Marmara” olayını soruşturmak için kurulan BM Komisyonu’ndaki Türk temsilcisi Özdem Sanberk ile İsrail temsilcisi Yosef Clechanover arasında da görüşmeler devam ediyor.
İki kanaldan yürütülmekte olan bu diyalog, son günlerde bazı karşılıklı jestlerin yarattığı daha müsait bir ortamda gerçekleşiyor.
Türkiye halk hareketleriyle yeniden şekillenmekte olan Ortadoğu’da, son yıllarda olduğu gibi aktif bir rol oynayabilecek ve etkinliğini sürdürebilecek mi?
Arap coğrafyasındaki değişim rüzgârları kuşkusuz Ankara’nın bölge ülkeleriyle ilişkilerini etkiledi. Türkiye bazı ülkelerin başındaki “eski dostlar”ını kaybetti veya kaybetmek üzere... İktidardakilerle ayaklananların çatıştığı ülkelerde, Türkiye taraflara yaranamıyor ve sıkıntılı duruma düşüyor...
Bu durumda Türkiye’nin bölgesel güç konumunu ne kadar koruyabileceği, eski rolünü ve nüfuzunu ne ölçüde devam ettirebileceği sorusu öne çıkıyor.
Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra da, siyasi konjonktürün ve küresel dengelerin değişmeye başlaması üzerine, Türkiye’nin eski stratejik konumu ve önemini koruyamayacağını söyleyenler olmuştu. Oysa olaylar başka yönde bir seyir izledi, sonuçta Türkiye’nin jeo-stratejik değeri daha da yükseldi ve özellikle Ortadoğu-Balkanlar-Kafkasya üçgeninde etkinliği arttı.
Şimdi Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da eski statükonun değişmesi ve yeni dengelerin oluşması, Türkiye için sıkıntılar ve riskler meydanında, yeni fırsatlar da yaratabilecek mi?
Bu her şeyden önce Türk diplomasisinin bölgedeki
Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın önceki günkü konuşmasında halkla diyalog ve reform konusunda söylediklerinde, Türkiye’nin haftalardan beri yaptığı “tavsiyeler”in ne kadar payı bulunduğunu kestirmek zor. Ancak sonuçta Suriye liderinin dile getirdiği vaatlerin kısmen de olsa Ankara’nın telkinleri doğrultusunda olduğu açık.
Ne var ki, Suriye’de gelinen noktada Esad’ın artık çok daha somut, kesin ve net bir program sunması ve bunu süratle uygulamaya koyma kararlılığını ifade etmesi bekleniyordu.
Bu bakımdan Ankara, konuşmanın bazı olumlu yanlarını not etmekle beraber, şimdi Esad rejiminin halkın talep ve beklentilerini ne ölçüde -ve ne kadar hızlı bir şekilde- yerine getireceğini merakla bekliyor.
Türk Hükümeti’nin Suriye’deki gelişmeler karşısında aldığı tavır, Ortadoğu politikasındaki yeni bir ayarlamayı ortaya koyuyor.
“Arap baharı” Türk diplomasisini, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da mevcut otoriter rejimlerle kurulan yakın ilişkilerle halk hareketlerinde talep edilen demokratik hak ve özgürlükler arasında bir öncelik tercihi yapmak zorunda bırakmıştır.
Açıkçası son yıllarda Türk hükümeti Arap dünyasına açılırken bu ülkelere ilişkilerini, doğal olarak, mevcut