Lizbon zirvesi ile NATO yeni bir transformasyon dönemine giriyor. Dün 28 üye ülkenin liderlerinin ele aldığı “yeni stratejik konsept” adlı belge, bu süreçte örgütün rehberi olacak.
2009’da ittifakın 60. yıldönümünde Strasbourg’da bir araya gelen aynı üyelerin liderleri, NATO’nun değişen dünya şartlarına göre yenilenmesi gereği üzerinde mutabık kalmış ve “yeni stratejik konsept” için yeşil ışığı yakmıştı.
Daha önceki -1999 tarihli- “stratejik konsepti”i güncellendirmek, gerçekten bir ihtiyaçtı. Olaylar NATO’yu zorluyordu. 11 Eylül’den itibaren ABD’deki ve Avrupa’daki büyük terör saldırıları, Kosova’daki çatışmalar, Afganistan’daki savaş, NATO’nun yeni misyonlar üstlenmesine yol açıyordu.
Şimdi NATO yeni stratejik konseptiyle, bir yandan kendi yapısını şekillendirirken, bir yandan da dünyadaki yeni tehditleri ve riskleri dikkate alan stratejiler belirliyor.
Küresel misyonlar
NATO’nun sorumluluk alanı artık kendi transatlantik coğrafyasının çok dışına çıkıyor. Örgüt Afganistan’da savaşıyor, Somali açıklarında korsanlarla mücadele ediyor, Asya’da ve Afrika’da çeşitli bölgelerde barışı sağlamaya ve hatta doğal afetlere uğrayan ülkelere insani yardım yetiştirmeye çalışıyor.
Bugün Lizbon’da yapılacak NATO zirvesi, 61 yıllık ittifakın önümüzdeki dönemde benimseyeceği yeni stratejileri ve üstleneceği rolleri belirleyecek.
Bu zirve aynı zamanda Türkiye’nin NATO ile ilişkilerin geleceğini ve 27 üyeli ittifaktaki yeni sorumluluklarını ve yerini belirleyecek.
Bu bakımdan iki günlük Lizbon zirvesi, NATO’nun olduğu kadar Türkiye ile ittifak arasındaki bağların geleceği bakımından da bir dönüm noktası olacak.
Bu noktaya gelinmesi, Soğuk Savaş’tan sonra dünyada -ve Türkiye’de- çok şeyin değişmesinin bir sonucudur. NATO’nun Soğuk Savaş döneminde düşmanı, hedefi, misyonu apaçık belliydi. Artık o şartlar yok. Varşova Paktı üyelerinin çoğu halen NATO’da yer alıyor. NATO ile Rusya arasında yakın bir işbirliği var.
Ama dünyada değişen şartlara rağmen, özellikle ortaya çıkan farklı tehditler karşısında, NATO’nun varlığına ihtiyaç duyuluyor. Ancak NATO’nun bu ihtiyacı karşılaması, kendisini yenilemesi ve güncelleştirmesi ile mümkündür.
Yeni yol haritası
KKTC’nin 15 Kasım 1983’te sabahın erken saatlerinde ilan edilmesi, Türkiye dahil, bütün dünya için sürpriz olmuştu.
O zaman KTFD (Kıbrıs Türk Federe Devleti) olarak bilinen Türk kesiminin lideri Rauf Denktaş bu kararını çok gizli tutulan bir Meclis toplantısında onaylatmış, haberin hemen sızmaması için de dış dünya ile telefon ve teleks bağlantılarını kestirmişti.
15 Kasım sabahı Denktaş’ın tarihi bildiriyi okumasıyla dünyaya yayılan haber, Ankara’yı dahi şaşırtmıştı. Henüz bir hafta önce Türkiye’de seçimler yapılmış, Turgut Özal Başbakanlık koltuğuna yeni oturmuştu. Özal’ın çevresindekiler dahi, bunun Denktaş’ın “beklenmedik bir oldu-bittisi” olduğunu söylüyordu...
O günlerde KKTC’nin ilanının Kıbrıs Türk halkı arasında nasıl bir çoşku ve heyecan yarattığını yerinde görmek fırsatını bulmuştuk. Denktaş mutlu olduğu kadar umutluydu da. Onun deyişiyle Kıbrıs Türklerinin artık ayrı bir devleti vardı ve bu, bunca yıllık Kıbrıs sorununun çözümünü zorlayacaktı...
Nitekim Denktaş, bağımsızlık ilanı deklarasyonunda bu kararın “iki eşit halk arasındaki ortaklığın bir federasyon çatısı altında yeniden kurulmasını ve sorunun çözülmesini engellemeyip kolaylaştıracağını” söylüyordu.
Açı
Eskiden beri söylenen bir söz var: Elçiye zeval olmaz... Tarihte ülke temsilcilerinin, mesaj götürdükleri yabancı devlet büyüklerini kızdırdığı için, kafalarının kesildiği çok görülmüştür.
“Elçiye zeval olmaz” atasözümüzün anlamı, hükümeti adına konuşan bir özel temsilcinin bu söylediklerinden sorumlu tutulmaması gerektiğidir.
Avusturya Büyükelçimiz Kadri Levent Tezcan’ın “Die Presse” gazetesine söyledikleri ve bunun yarattığı kriz, bu eski sözü anımsatıyor.
Ama bunda önemli bir fark var: Büyükelçi Tezcan, Avusturya’da yüksek bir makama, Ankara’nın bir görüşünü aktarmış değil. Üstelik, Viyana gazetesine verdiği röportajın başında, konuştuklarının “kişisel” düşünceleri olduğunu da belirtmiş...
İyi ki bunu vurgulamak gereğini duymuş. Yoksa, açıkçası kullandığı saldırgan üslup ve hakaret içeren ifadeler Türkiye’ye mal edilecek, bu da iki devlet arasındaki ilişkilere vahim bir durum yaratacaktı.
Büyükelçinin “kişisel” görüşlerini -böyle bir üslupla- ifade etmesi dahi, Avusturya’yı ayağa kaldırdı, olay durup dururken ilişkilerde bir kriz yarattı. Dışişleri Bakanı Davutoğlu büyükelçinin söylediklerinin “kişisel” niteliğini vurgularken, bunun “Türkiye’nin resmi tutumu olmadığını”
NİHAYET... Irak seçimlerden 8 ay sonra hükümete kavuşuyor! Böylece komşumuz, dünya “hükümetsizlik” rekorunu elinde tutarak, normal siyasi hayata dönüyor...
Bu sonuca uzun ve çetin pazarlıklardan sonra, ülkedeki bütün siyasi güçlerin, “iktidar paylaşımı” konusunda anlaşması sayesinde varılabildi.
Bu mutabakatın özelliği, parlamentoda temsil edilen hemen hemen bütün grupların, yeni yönetimde yer alması. Diğer bir deyişle, yandaş veya rakip, belli başlı bütün siyasi güçler, bundan böyle aynı yönetimde birlikte çalışacak.
Irak’ın özel durumu, böyle bir ulusal birlik hükümetinin kurulmasını zorunlu kılıyor. Aksi halde siyasetteki ayrışmanın, toplumsal kavgalara, hatta ülkenin bölünmesine yol açması tehlikesi var.
Seçimlerden sonra bunca zamanda hükümetin kurulamamasının nedeni de, zaten toplumdaki cepheleşme ve kutuplaşmadır.
Kim kazandı?
KIBRIS müzakerelerinde haftalardan beri tartışılan ana konu, “mülkiyet sorunu...” Aslında bu öyle kolay halledilebilecek bir mesele değil. İşin detayına inilince, içinden çıkmanın ne kadar zor olduğu daha iyi anlaşılır.
Meselenin özü şu: Halen fiilen bölünmüş olan adada, Türk kesiminde Rumlara ait 1.575.000 dönüm arazi var. Rum kesiminde Türklerin arazisi ise 455 bin dönüm tutuyor. Yani oran, 3.5 misli Rumların lehinde. (Bu arada bir Kıbrıs dönümünün 1.348 metre kare olarak hesaplandığını da belirtelim.)
1974 Kıbrıs harekâtından sonra Rumların Kuzey’de, 1963 kanlı olaylarında ve 1974’ten sonra da Türklerin Güney’de terk ettiği topraklar, yıllardan beri çözüm arayışlarında gündemin başında yer almıştır. Ancak, sorunun diğer maddelerinde olduğu gibi, bu meselede de bir uzlaşma sağlanamamıştır.
Şimdi BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon’un çağrısı üzerine 18 Kasım’da yapılacak toplantıda ele alınacak başlıca mesele bu...
Meselenin bir yüzü...
BU konudaki görüşmeler ilk başladığı yıllarda Türk tarafı global ve pratik bir çözümden söz ediyordu. Buna göre Geny ile Kuzey’deki araziler bir değiş-tokuşa tabi tutulacaktı. O zaman Rum tarafının talebi ise, Rumların kendi topraklarına
YILLARDAN beri Kıbrıs müzakereleri tıkandığında süreci “kurtarmak” için yapılan her yeni diplomatik girişim “son şans” olarak nitelendirilir.
İki yıl önce Talat ile Hristofyas arasında başlayan ve geçen hazirandan beri Eroğlu ile Hristofyas arasında devam eden müzakereler de şimdi böyle bir noktada...
Açıkçası şimdiye kadar yapılan 80 küsur toplantıda çözüm yönünde kayda değer hiçbir ilerleme olmadı. Son 3 ayda mülkiyet meselesine odaklanan müzakereler ise iyice tıkandı.
Oysa 2010, Kıbrıs meselesi için “çözüm yılı” olarak ilan edilmişti. Nerede?.. Yılsonu yaklaştı: Anlaşma umudu olmadığı gibi, sürecin kesilmesi kaygısı da var.
Bu nedenle BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon, Eroğlu ile Hristofyas’ı New York’a çağırdı. Başta Rum lideri böyle bir buluşma istemediği sinyalini verdi; ama biraz baskı ile sonunda buna razı oldu. Şimdi New York randevusu 18 Kasım’da gerçekleşecek.
Amaç, her zamanki gibi, müzakerelerdeki tıkanıklığı gidermek, sürece yeni bir ivme kazandırmak.
Ban Ki-moon bunda ne kadar başarılı olacak, göreceğiz.
DÜNYA son günlerde farklı kaynaklardan gelen, fakat aynı yöntemleri kullanan yeni bir terör kampanyasına sahne oldu.
Bu eylemlerden birinin merkezi Yunanistan, diğeri de Yemen...
İkisinin ortak yanı, terör “silahı” veya enstrümanı olarak “bombalı paketler”in kullanılmasıdır.
Diğer bir ortak özellik de, bu eylemlerin hedefinin kendi ülkelerinin sınırlarını aşması, Avrupa’ya, ABD’ye kadar uzanmasıdır.
Buna karşılık, Yunanistan kaynaklı bombalı paket kampanyasının özelliği “milli” nitelikte olması, Yemen merkezli eylemin ise, daha “uluslararası” bir karakter taşımasıdır.
Farklı amaç ve hedeflerine karşın, bu terör eylemcilerinin hemen hemen aynı günlerde aynı yöntemlere başvurmaları, yani seçtikleri adreslere kargo uçaklarıyla bombalı paketler göndermeleri, ilginç bir rastlantı...
Bu alışılagelen terör saldırılarından farklı bir metot da olsa, sonuçta bütün dünyayı kaygılandırmaya ve telaşlandırmaya yetiyor.