Sahi, dış politikadaki “çok sıcak” konular arasında, “buzdolabı”na konulan Ermenistan açılımı unutuldu gitti. Neyse ki ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın, bizim basına daha çok Erivan’daki Soykırım Anıtı’nı ziyaretinin fotoğrafı ile yansıyan Ermenistan ziyareti, yarı yolda stop eden bu “açılım”ı hatırlatmış oldu...
Gerçekten yoğun diplomatik çabalardan sonra imzalanan iki protokolün geçen nisanda askıya alınmasıyla bütün temaslar kesildi. Oysa bu anlaşma sayesinde iki komşu ülke arasında sınırlar açılacak, diplomatik ilişkiler kurulacak, ayrıca iki tarafı birbirine düşüren soykırım iddiası gibi meselelerin çözümü için gerekli mekanizmalar oluşturulacaktı. Ankara’nın, Azerbaycan’dan gelen tepkiler üzerine Yukarı Karabağ sorununun çözümü şartını koşması, ciddi bir anlaşmazlığa ve sonuçta protokollerin askıya alınmasına yol açtı.
O zamandan bu yana Karabağ sorununun çözümünde gözle görülür bir ilerleme olmadı. Dolayısıyla protokoller buzdolabında kaldı, Ankara ile Erivan arasındaki ilişkilerin normalleşmesi süreci de tıkanıp kaldı.
Tehlike işareti
İlk bakışta, bunun Türkiye’ye ne zararı var, diye sorulabilir. Şimdilik yok. Ama açıkçası Washington’dan bazı kötü sinyaller
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile İsrail Sanayi Bakanı Ben-Eliezer arasında Brüksel’de gerçekleşen görüşme, Türk-İsrail ilişkilerindeki krizin çözümü için bir umut yaratmışsa da, durumun yakında düzelmesi olasılığı bir hayli zayıf görünüyor.
Eğer bu “gizli” buluşma gerçekten gizli kalsaydı ve “sakin diplomasi”nin yolunu açsaydı, herhalde iki taraf da son günlerde görüldüğü gibi medyanın önünde birbirlerine karşı gerginliği tırmandıran sert sözler söylemekten kaçınırdı...
Öfkeli bir üslupla yapılan beyanlar, başta benimsenen katı pozisyonları yansıtıyor.
Türk tarafı özür, tazminat ve uluslararası soruşturma temelindeki koşulların yerine getirilmesini talep ediyor ve aksi takdirde -Davutoğlu’nun Kırgızistan dönüşü gazetecilere söylediği gibi- İsrail ile ilişkilerin kesilmesine kadar gidecek ‘yol haritası’nı uygulayacağı uyarısında bulunuyor...
İsrail tarafı Başbakan Netanyahu’nun deyişiyle asla özür dilemeyeceğini ilan ediyor ve Türkiye’nin uyarısını -İsrail hükümet sözcüsüne göre- bir ültimatom veya tehdit olarak algılıyor.
Diplomasi yolu
Dünkü yazımızda belirttiğimiz gibi, AB ile üyelik müzakereleri süreci, bir hareketsizlik dönemine giriyor. İspanya’nın 6 aylık başkanlığının son gününde, zorlukla tek bir fasıl açılabildi. Şimdi Belçika’nın yılsonuna kadar sürecek başkanlığı döneminde yeni bir faslın açılamaması (veya en iyimser tahminle tek bir faslın açılması) olasılığı büyük. Zaten müzakereye açılabilecek topu topu 3 fasıl var.
Gerçek şu ki, üyelik için 5 yıldır yapılan (ve şimdiye kadar 35 faslın ancak 13’ünün gündeme getirildiği) müzakere süreci, iyice tıkanmış durumda...
Bu durumda ne yapılabilir?
İki yol var: Biri “AB’den bize hayır gelmeyecek, iyisi mi biz onlara bir hayır çekelim” deyip bu işi koparmak ve son zamanlarda bazılarına cazip görülmeye başlayan başka alternatiflere yönelmek... Diğeri ise, Avrupa ile entegre olmak için yıllardan beri sürdürülen mücadeleyi yılmadan devam ettirmek ve bir şekilde bu süreci canlı tutmak...
Bugünkü iktidar, ana muhalefet ve sivil toplumun etkin kesimi, ikinci şıktan yana. Bu son günlerde tekrar teyit edildi.
Entegrasyon yolu
Son dakikada Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden geçirilen bir yasa... Ve gene son dakikada Avrupa Birliği ile üyelik müzakerelerinde açılan bir fasıl...
Herkes memnun: İspanya 6 aylık AB başkanlığı döneminin son günü, (30 Haziran) en azından bir faslın açılmasını sağlayabildiği için... AB Türkiye’yi cesaretlendirecek bir jest yaptığı için... Türkiye de katılım görüşmeleri sürecini canlı tutabildiği için...
Bu çok yönlü sembolik anlamın dışında, “Gıda Güvenliği, Veterinerlik ve Bitki Sağlığı” başlığının müzakereye açılmasının değeri nedir?
Beş yıldır süregelen müzakerelerde şimdiye kadar 35 faslın ancak 12’si açıldı, (gıda faslı 13. oluyor). Halen Kıbrıs Rum Yönetimi’nin ve ayrıca Fransa’nın tutumu yüzünden askıya alınan veya bloke edilen toplam 18 fasıl var. Bunlara dokunulamıyor.
İyi niyetli İspanya geriye kalan fasıllardan dördünü kendi döneminde açmayı umuyordu. Ama bütün çabalarına rağmen bu olmadı. Ancak giderayak görevini Belçika’ya devretmeden birkaç saat önce adeta “zevahiri kurtarmak” istercesine, Gıda Güvenliği ile ilgili başlığı gündeme sokabildi.
Kabahat kimde?
Türkiye’de son haftalarda tırmanan PKK eylemleri nedeniyle gözlerin Kuzey Irak’a çevrildiği bir sırada, Devlet Bakanı Zafer Çağlayan’ın başkanlığında kalabalık bir işadamı heyeti bu bölgeyi ziyaret ediyor.
İki günlük gezinin ve temasların esas amacı, Türkiye ile Irak Kürt bölgesi arasındaki ekonomik ve ticari ilişkileri geliştirmektir. Ancak bu ziyaretin siyasal bir anlamı ve önemi de var.
Türk iş dünyasıyla Irak’taki Kürt bölgesi arasındaki ticari temaslar yeni değil. Türk malları birkaç yıldan beri o bölgede büyük rağbet görüyor. Türk firmalar, önemli müteahhitlik işlerinde çalışıyor. Bakan’ın açıklamasına göre, Irak’la ticaretin (örneğin bu yılın ilk beş ayında gerçekleşen 2.2 milyar dolarlık hacmin) yüzde 70’i doğrudan Kuzey bölgesiyle yapılıyor.
Kuzey Irak’taki ekonomik potansiyel, İran’dan Japonya’ya kadar çok sayıda ülkeyi cezbediyor. Türkiye’nin yanıbaşındaki bir bölgeyi başkalarına terk etmesi doğru değil elbet.
Devlet Bakanı’nın, 200 işadamının dahil olduğu bir heyetle Kuzey Irak’a gitmesi, şimdiye kadar “fiilen” yürütülen ekonomik ilişkilerin “resmi” düzeye çıkartılması anlamını taşıyor. Zaten daha önce varılan mutabakata göre, THY’den Ziraat Bankası’na kadar
Türk-Amerikan ilişkilerinin sıkıntılı bir döneme girdiği bir sırada, Toronto’da düzenlenen G-20 Zirvesi’nin, Başbakan Erdoğan ile Başkan Obama’nın buluşması için bir fırsat yaratması çok iyi oldu.
İki lider bu görüşmede ele aldıkları kritik meselelerde tam bir görüş birliğine varmış olmasalar dahi, karşılıklı kaygılarını ve hassasiyetlerini daha iyi anlamaları ve işbirliğini daha uyumlu şekilde sürdürme niyetini paylaşmaları, gerçekten önemli.
Başbakan Erdoğan’ın, Obama’nın kendisine görüşlerini gayet samimi bir şekilde aktardığını, kendisinin de ABD Başkanı’na aynı şekilde düşündüklerini samimi ve açık şekilde ifade ettiğini söylemesi (Beyaz Saray’ın da kısa bildirisinde görüşmelerdeki “açık sözlülüğü” vurgulaması) iki tarafın da hissiyatını ve düşüncelerini dobra dobra ortaya koyduğunu gösteriyor.
Nitekim gelen haberler de, Obama’nın İran ve İsrail, Erdoğan’ın da PKK konusunda “sitemde” bulunduğunu ve kuşkularını açıkça dile getirdiğini ortaya koyuyor...
Washington’un rahatsızlığı
İran konusu, özellikle Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nde yaptırımlar tasarısına karşı ‘hayır’ oyu kullanması ile ciddi bir gerginlik yarattı. Bu olaydan sonra ABD Kongresi’nde, medyasında ve
Başkan Barack Obama’nın, Afganistan’daki Amerikan güçlerinin komutanı Orgeneral Stanley McChryatal’i görevinden alması, ABD’de askerlerle siviller arasında bir sürtüşmenin var olduğunu ortaya koydu.
Bu, ABD’de sık görülen bir durum değil; ancak “McChrystal olayı” Amerika gibi bir demokraside dahi bazen böyle bir sorunun yaşandığını gösteriyor.
Bu olayda bir komutan, alenen sivil otoriteye karşı çıkma cüretini göstermiştir; ancak sivil yönetim de bu davranışı affetmemiş, kendi otoritesinin daha üstün olduğu mesajını açıkça vermiştir.
Başkan Obama’nın yaptığı açıklamada Org. McChrystal’ın sözlerini “sivil otoritenin askerler üzerindeki kontrolünü zedeleyecek” nitelikte bulduğunu, bunun ise “Amerikan demokrasisinin temeli” ile ilgili bir konu olduğunu belirtmesi çok anlamlıdır.
İlk bakışta Amerikalı komutanın “Rolling Stones” adlı dergide yayımlanan sözleri o kadar ciddiye alınacak gibi görünmeyebilir.
Nitekim röportajda, McChrystal’ın “dedikodu” cinsinden bazı lafları yer alıyor. General, özellikle Afganistan stratejisini belirleyen ve uygulayan Başkan Yardımcısı Biden, Özel Temsilci Holbrooke, Büyükelçi Eikenberry gibi yetkililer hakkında alaylı bazı ifadeler kullanıyor.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, İstanbul Şehir Üniversitesi’nin Çırağan Sarayı’nda düzenlediği bir toplantıda, dış politika vizyonuna “kültürel bir derinlik” veren ilginç bir konuşma yaptı.
Bu konuşma, Bakan’ın izlediği dış siyasetin temel düşüncesine ışık tutması ve son zamanlarda görülen yeni yönelimin nedenlerinin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olması açısından, önem taşıyor.
Prof. Davutoğlu’nun akademik bir üslup içinde ifade ettiği esas görüş özetle şöyle: “Artık Avrupa merkezli bir kültür hayatı yok. Çin’in, Hindistan’ın yeniden kendi özgün kültürleriyle yükseldiği, İslam kültürünün büyük bir devrimin içine girdiği, Afrika’nın da kendini yeniden keşfederek bir Afrika bilinci oluşturmaya çalıştığı yeni bir dönem yaşanıyor... Modernleşme dediğimiz süreç, artık çok yönlü seyreden yeni bir süreçtir. Artık modernleşme ile Batılılaşma arasındaki açı gittikçe açılıyor. Artık modernleşmenin içinde Çin de, Hindistan da, Japonya da, Afrika da var. Hepsi modernleşmenin bir parçası. O zaman bizim bu felsefi zemini tekrar inşa etmemiz gerekiyor...”
Davutoğlu’nun çeşitli örneklerle süslediği konuşmasında vermek istediği mesaj şu: Dünya artık tek merkezli değil. Bu sadece