Fazla gerilere gitmeye gerek yok. 1970’lerde, hatta 1980’lerde Latin Amerika Türkiye’nin “ilgi alanı”nın dışında kalan bir bölgeydi. Oralara genelde emeklilik yaşına yakın Büyükelçiler atanır, onlardan gelen raporlar da çoğu zaman bakanlıkta dosyalarda öyle kalırdı...
Son yıllarda Türk dış politikasındaki hareketlenme ile birlikte Türkiye uzak bölgelere ve bu arada Latin Amerika’ya da ilgi göstermeye başladı.
Özellikle Türkiye’nin Güvenlik Konseyi üyeliği konusu gündeme geldiğinde, Ankara BM içinde sayıları itibarıyla önemli bir grup oluşturan Latin Amerika ülkeleriyle sıkı temaslar kurdu...
Son olarak Brezilya ile İran konusunda yapılan ortak girişim, Türkiye’nin Latin Amerika açılımının en göz alıcı hamlesini oluşturuyor. Bu alanda Türkiye ve Brezilya el ele verip Tahran Mutabakatı’nın gerçekleşmesine önayak oldular.
Bütün dünya günlerdir bu mutabakatı konuşuyor. Türkiye’nin kendi bölgesinde faal bir rol oynayan bir ülke olarak bu mesele ile yakından ilgilenmesi doğal. Ama bu bölgeden çok uzaktaki Brezilya’nın aynı ilgiyi paylaşması ve Türkiye ile birlikte iddialı bir diplomatik girişime katılması, gerçekten ilginç.
Neden Brezilya?
Geçen haftaki bir yazımızda, İran’la varılan nükleer “takas” anlaşmasının, ABD ile ilişkilerdeki “makas”ı açma riskini yarattığını belirtmiştik.
Washington’dan gelen haberler bu anlaşmazlığın artık açıkça ortaya çıktığını gösteriyor.
ABD yetkilileri Türkiye’nin İran’la varılan son mutabakatın sağlanmasında oynadığı rolden büyük rahatsızlık, hatta kızgınlık duyduğunu söylüyorlar. Amerikan basını Türkiye’nin bu son hareketiyle Batı’dan daha da uzaklaştığını gösterdiğini öne sürüyor.
Bu arada Başkan Obama’nın Başbakan Erdoğan ile yaptığı bir saatlik telefon konuşmasından bu havayı düzeltecek bir sonuç alınamadığı da anlaşılıyor.
Önümüzdeki günlerde bu havanın daha da bozulması ihtimali var. Zira görünüşe göre, Erdoğan da, Obama da İran konusunda kendi stratejilerini sürdürmeye kararlı.
Türk diplomasisi, İran’ın Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na (IAEA) “takas”la ilgili olumlu yanıtını resmen bildirmesinden sonra, bunun uluslararası topluluk tarafından kabul edilmesi için, yoğun bir diplomatik faaliyet içinde.
ABD ise Güvenlik Konseyi’nin diğer daimi üyeleriyle hazırladığı yaptırım taslağını konseye getirme hazırlıklarını sürdürüyor.
İran’la varılan “nükleer takas” anlaşmasının ardından Türk liderlerinin yaptığı konuşmalar, Türk dış politikasında çok önemli yeni bir yönelişin işaretlerini veriyor.
Bu yöneliş, Batı’nın temel stratejilerinden ayrılma pahasına, daha bağımsız ve kendine özgü bir politika istikametindedir.
Hedef, Türkiye’nin uluslararası platformda yeni bir güç olarak yükselmesini sağlamak, özellikle Ortadoğu’yu, Balkanlar’ı ve Kafkasya’yı kapsayan geniş bölgede “yeni bir düzen”in kurulmasına önayak olmaktır.
Türk dış politikasındaki bu yeni gelişmeyi, bir ara çok tartışılan “eksen kayması” konusu çerçevesinde değerlendirirsek, Ankara’nın şimdi kendisini bir “merkez” saydığı, yani daha uzun vadede bizzat yeni bir eksen kurmayı amaçladığı sonucunu çıkarabiliriz.
Her konuda söz sahibi
Bu yeni anlayışın ve yönelişin unsurlarını Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun geçen cuma günü “Forum İstanbul 2010” konferansında yaptığı konuşmada görmek mümkün.
Çeşitli başkentlerden gelen çatlak seslere rağmen, Türkiye Tahran Mutabakatını hayata geçirmek konusunda kararlı ve de umutluÖ
Türk diplomasisi İran uranyumunun Türkiye’de takas edilmesini öngören anlaşmanın uygulamaya konması için, ilgili taraflar nezdinde bir “ikna kampanyası” başlatmış bulunuyor.
Başbakan Erdoğan’ın bu amaçla ABD Başkanı Obama, Rusya Başbakanı Putin ve İngiltere Başbakanı Cameron ile yaptığı telefon görüşmelerinin yanı sıra, dün Cumhurbaşkanı Gül, BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun’la konuştu. Bu arada Dışişleri Bakanı Davutoğlu İranlı meslektaşı Muttaki ve Brezilya Dışişleri Bakanı Amorim ile görüştü. Önümüzdeki günlerde devam edecek olan bu diplomatik çabalar, Tahran Mutabakatı’nın hemen ardından ABD’nin başını çektiği “yaptırım girişimi”nin Ankara’nın cesaretini kırmadığını gösteriyor.
Türk liderlerinin bu görüşmelerde muhataplarına vermeye çalıştığı mesaj şu: Zor müzakerelerden sonra imzalanan Tahran Deklarasyonu’na bir şans tanımalı, bunun uygulanmasının önünü kesebilecek beyan ve davranışlardan sakınmalı...
Başlangıç noktası
Davutoğlu’nun Muttaki ile yaptığı görüşmeden, İran’ın deklarasyonda öngörülen bir haftalık süre içinde Uluslararası Atom Enerjisi
İran’la imzalanan nükleer anlaşma, hiç beklenmedik şekilde Türkiye ile ABD arasında bir anlaşmazlık havası yaratmış görünüyor.
Gerçi Başbakan Erdoğan’ın Başkan Obama ile son görüşmesiyle ilgili açıklamalar, bu aşamada anlaşmazlığın o kadar derin olmadığı mesajını veriyor. Obama Türkiye’nin çabalarını takdir ediyor; ancak yaptırımlarla ilgili stratejisini sürdürme kararlılığını da koruyor.
Oysa Türkiye’nin İran’a karşı yaptırım uygulamasına karşı olduğu ve hele Tahran’da varılan mutabakattan sonra buna hiç gerek görmediği de biliniyor.
Dolayısıyla İran’la uranyum takası yüzünden ABD ile makasın açılması tehlikesi var.
Bu neden öyle oldu?
Tahran Deklarasyonu’nun imzalanmasıyla sonuçlanan müzakere sürecinde, Ankara ile Washington ve diğer ilgili başkentler arasındaki iletişimde bir yetersizlik mi oldu?
Hayır. Görüştüğümüz Türk diplomatlar, bilgi akışında herhangi bir aksama olmadığını, bu arada ABD’nin olup bitenlerden haberdar edildiğini söylediler... Yetkili bir Batılı kaynak da şöyle konuştu: “Türkiye’nin çabalarından haberdardık, Türkiye de bizlerin ne istediğimizi ve ne beklediğimizi pekâlâ biliyordu.”
Türk diplomasisi İran’la nükleer anlaşmanın gerçekleşmesinde gösterdiği başarının gururunu ve sevincini yaşıyor.
Bunu dün İstanbul’da köşe yazarlarını bilgilendiren Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun sözlerinden açıkça hissetmek mümkündü.
Bakan’ın ve yanındaki kurmaylarının bu heyecanı ve mutluluğu yersiz değil tabii. Gerçekten Türk diplomasisi bu olayda dünya çapında başarılı bir performans gösterdi, Brezilya’yı da yanına alarak aylardan beri süren bir anlaşmazlığın çözümünü sağlayabilecek olan bir mutabakat metnini İran’a imzalattı...
Bu noktaya gelebilmek için tarafları ikna etmek, belgede yer alan ifadeler üzerinde çetin pazarlıkları yürütmek hiç de kolay olmadı. Tahran’da toplam 18 saat süren müzakerelerde, uyumamaya alışık olan Davutoğlu bu kez örneğin akşam yemeğini de yemeden çalışmalarını sürdürdü!
Kuşkular devam ediyor
Tabii ki bunca çabadan sonra bir sonuca varılması, Türkiye için bir diplomatik başarı. Ancak bu, imzalanan anlaşma ile başlayan yeni sürecin sonuna kadar başarılı geçeceğinin bir garantisi değil. Bu tür anlaşmalarda tüm ilgili tarafları memnun etmek ve kâğıda dökülen yükümlülüklerin yerine getirilmesini sağlamak bir o kadar zor.
İlk bakışta, İran’la dün varılan anlaşma şu bakımdan önemli bir başarı sayılır: Aylardır süren temaslar ve pazarlıklar nihayet sonuç vermiş, daha önce “uranyum takası”nın yabancı bir ülkede yapılmasına karşı çıkan İran geri adım atıp bu işlemin Türkiye’de gerçekleşmesine razı olmuş, bu konuda uluslararası kurumlarla işbirliği yapma taahhüdünde bulunmuştur.
Aslında Tahran’da imzalanan belge, İran nükleer krizinin çözümlenmesine yol açabilecek yeni bir süreç başlatıyor. Bunun pratikte yürüyüp yürümeyeceğini zamanla göreceğiz.
Her halükârda bu anlaşma Türkiye açısından diplomatik bir başarıdır.
Ankara başından beri bu krizin İran’la diyalogla halledilmesi gerektiğini savunmuş ve bu yönde bizzat inisiyatifi ele almıştır. Son günlerde Brezilya ile birlikte bu çabalarını sürdüren Türkiye zaman zaman uğradığı düş kırıklığına rağmen, çabalarını kararlılıkla sürdürmüştür.
Türk diplomasisinin bu girişiminde başarılı olmasının yanı sıra “nükleer yakıt değiş-tokuşu”nun Türk topraklarında yapılmasına karar verilmesi de, Türkiye’nin bölgesel bir aktör olarak rolünü ve önemini gözlerin önüne sermiştir.
Bu anlaşmanın gerçekleşmesi, ayrıca Türkiye’yi -en azından bu aşamada- büyük bir
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Atina ziyaretinin öne çıkan özelliklerinden biri, bunun 10 bakanın ve 100 işadamının katılımıyla, “Türk çıkarması”na dönüşmesidir.
Ziyaretin ilk kez bu kadar geniş bir heyetle yapılması, Türk tarafının buna verdiği büyük önemin açık bir göstergesi.
İkinci bir özellik, Türk ve Yunan bakanlarının gene ilk kez bir ortak kabine toplantısı yapmalarıdır. Böylece daha önce kurulmasına karar verilen Üst Düzey İşbirliği Konseyi adlı mekanizma fiilen hayata geçirilmiş oluyor. Bu, iki hükümetin çeşitli alanlardaki ilişkilerini bir ortaklık düzeyine çıkarmalarını sağlayacak.
Nihayet bu ziyaretin diğer bir özelliği de, Yunanistan’ın çok ciddi bir ekonomik kriz geçirdiği zamana rastlamasıdır. Yunanistan bu yüzden büyük sıkıntılarla cebelleşirken, Türkiye gelişen ekonomisi, dış politikasındaki hamleleriyle güçlü bir pozisyonda. Böyle bir ortamda bu ziyaret Türkiye’nin komşusuna destek elini uzatmasına vesile oluyor.
Yunanistan’da bundan rahatsız olan çevreler var tabii. Onlar Yunanistan’ın düştüğü durumun ezikliğiyle, Türkiye’nin şu sırada böyle bir “çıkarma” yapmasını hazmedemiyorlar, hatta buna tepki de gösteriyorlar. Ama Başbakan Yorgo Papandreu başta